DIŞ POLİTİKAEKONOMİ-POLİTİKAMÜCADELE TARİHİ

Afganistan: Yenilgi mi yeni bir stratejimi_Hazırlayan: İbrahim Varlı_ 23.08.2021_ 6 günlük yazı dizisi_ BirGün Gaz.

ABD’nin Afganistan kararı: Yenilgi mi yeni bir strateji mi?

Hazırlayan: İbrahim VARLI

BirGün Gazetesi, 23 Ağustos 2023

https://www.birgun.net/haber/abd-nin-afganistan-karari-yenilgi-mi-yeni-bir-strateji-mi-356103

 

Hazırlayan: İbrahim VARLI

Başlarken…

Afganistan, ABD’nin küresel stratejisinde nerede duruyor?

ABD emperyalizmi ‘terör operasyonları’nın üssü olmakla suçladığı Taliban rejimine ‘bedel ödetme’ bahanesiyle girdiği Afganistan’dan 20 yıl sonra ülkenin anahtarını bu köktendinci örgüte teslim ederek çekildi.

11 Eylül 2001’deki İkiz Kule saldırılarının ardından dönemin başkanı George W. Bush tarafından başlatılan “Kalıcı Özgürlük Operasyonu” sonlandırılırken geride korkunç bir insanlık trajedisinin yanında büyük belirsizlik ve soru işaretleri kaldı.

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin arka planında ne var? Joe Biden yönetiminin, ABD işbirlikçisi Kabil yönetimine haber dahi vermeden alelacele çekilmesiyle ilgili farklı yorumlar söz konusu. Bu çekilmeyi Amerikan emperyalizminin mutlak bir yenilgisi olarak görenler olduğu kadar Afganistan hamlesinin yeni bir stratejinin parçası olduğunu dillendirenler de var.

► Afganistan, ABD’nin küresel stratejisinde nereye oturuyor?

► Çin ve Rusya ile giriştiği küresel hegemonya mücadelesinde ABD’nin Afganistan kararı yeni bir jeopolitik kırılmanın işareti mi?

► Bu çekilme Kuzey Afrika’dan Ortadoğu ve Avrasya’ya uzanan hatta bütünlüklü bir stratejinin parçası mı, yoksa ‘tekil’ bir karar mı?

► Irak, Suriye, Filistin İran, Libya ve Yemen kararlarıyla birlikte ele alındığında ortaya çıkan büyük tabloda Afganistan nasıl okunmalı?

► Bu denklemde siyasal İslamcı AKP’ye biçilen roller, ülkeyi bekleyen tehlikeler neler?

Bu yazı dizisinde yukarıdaki soruların yanıtı aranacak.

• Doç. Dr. Yonca Özdemir,

• Prof. Dr. İlhan Uzgel,

• Doç. Dr. Ceren Ergenç,

• Doç. Dr. Yunus Emre,

• Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu,

• Prof. Dr. Kemal Bozay,

• Dr. Gülriz Şen,

• Doç. Dr. Behlül Özkan,

• Doç. Dr. Hakan Güneş yazılarıyla yaşananlara ışık tutmaya çalışacak.

 

ABD’nin yenilgisi ve küresel dengeler

HAYRİ KOZANOĞLU

BirGün Gazetesi, 23 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/abd-nin-yenilgisi-ve-kuresel-dengeler-356105

ABD Afganistan’a, daha doğrusu Avrasya ve Ortadoğu’ya yönelik stratejisinin değişmesi sonucunda bu ülkeyi terk etti. ABD’nin yeni Ortadoğu ve Batı Asya stratejisi, bölgede az sayıda muharebe gücü bulundurmak, vekil devletlerle egemenliğini düşük maliyetle sürdürme hesabına dayanıyor.

Doğrudur, Taliban 20 yıl aradan sonra Afganistan’da tekrar iktidarı ele geçirmek anlamında büyük bir zafer kazandı. Ama bu başarı asla askeri bir mücadelenin sonunda gelmedi. Çünkü ABD Afganistan’a, daha doğrusu Avrasya ve Ortadoğu’ya yönelik stratejisinin değişmesi sonucu ülkeyi terk etti. Zaten 2020 Şubat’ında, daha Trump döneminde Doha’da Taliban ile imzalanan “barış” anlaşmasıyla işin rengi belli olmuştu. Dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, bizzat Taliban’ın bugünkü siyasi lideri Molla Abdülgani Baradar ile masada el sıkışmıştı.

CARTER DOKTRİNİ’NİN SONU

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi bir anlamda 1980’den beri geçerli olan Carter Doktrini’nin geride kalmasını da simgeliyor. 1980’de ABD Başkanı Jimmy Carter, gerektiğinde Amerikan çıkarlarını korumak için Basra Körfezi’nde askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceklerini ilan etmişti. O günlerde ABD’nin petrol ithalatının yüzde 30’u bölgeden yapılıyordu. 2001’de ABD Afganistan’ı işgal ettiğinde bu oran hemen hemen değişmemişti. Ancak bugün, özellikle kaya petrolü üretiminin artması sonucu, Körfez ülkelerinden gerçekleşen petrol ithalatı yüzde 13’e gerilemiş durumda.

Bilindiği gibi Taliban, 1979 Sovyet işgali sonrası ABD eliyle kurdurulan Mücahitler örgütünden türemiş bir yapı. Bir bakıma Amerika’nın kendi eseri… 1996-2001 arasındaki Taliban iktidarına, ABD işgali 11 Eylül saldırısını düzenleyen El Kaide’nin bölgede konuşlanmasını gerekçe göstererek son verdi. Böylelikle Washington, sınırlı ekonomik güce sahip, denize çıkışı bulunmayan ama Avrasya bölgesine egemen, dolayısıyla jeopolitik önemi yüksek bir coğrafyayı ele geçirmiş olacaktı.

Bugün ise Obama döneminde başlatılan Çin’i çevrelemeyi merkez alan bir politika geçerli. 2021’in Mart ayında açıklanan ulusal güvenlik stratejisi dokümanında Rusya ve Çin’e karşı “büyük bir güç mücadelesi” içerisinde bulunulduğu açıkça ilan edildi. Böylelikle Çin “stratejik ortaktan”, “stratejik rakip” statüsüne geçirilmiş oldu.

ABD’NİN AFGANİSTAN FİYASKOSUNUN NEDENLERİ

Taliban’ın göreceli başarısı örgüt yapısını korumasından, elinin altında inançlı 70 bin kişilik bir orduyu hazır tutmasından kaynaklanıyor. 2001 işgalinden bu yana Amerika’nın kurumsal yapıları yerleştirememesi, ekonomik faaliyetleri geliştirememesi, sosyal programları yaygınlaştıramaması da, Afgan halkının kalbini kazanamamasının objektif nedenleri. Aksine, işgal sonrası yaygın baskı ve işkenceler hâlâ belleklerden silinmiş değil. Göstermelik seçimlerle iktidara gelen yöneticilerin yolsuzluklara batması, Amerikan işbirlikçisi sınırlı bir çevre dışına refahın yayılmaması da Taliban’a karşı, başta Şii Hazaralar gelmek üzere, etnik ve mezhepsel tepkilerin dışında ciddi bir direniş gelişmesini engelledi. Zalim Özbek General Raşit Dostum gibi saraylarda yaşayan derebeyleri de Amerikancı yönetime tepkileri yükseltti.

20 yıllık sürede ABD 2 bin 500 askerini yitirdi, 1 trilyon dolar harcama yaptı. Ölenler tüm savaşlarda olduğu gibi yoksul halkın çocuklarıydı. Amerikan halkı zaten yeni işgaller, ceset torbalarında memlekete dönen gençler istemiyor. Yalnız 1 trilyon dolar rakamı üzerinde de iyi düşünmek gerekiyor. Evet, söz konusu para Amerikan vergi mükellefinin cebinden, savunma bütçesinden çıkmış olabilir. Ancak bu, Afgan halkının refahına; eğitim, sağlık, konut ihtiyacına harcandığı anlamına gelmiyor. Büyük ölçüde silah şirketlerine ve ihaleleri aralarında paylaşan özel sektör müteahhitlerine saçılan bir para var ortada. Aynı Irak işgalindeki gibi…

AFGAN HALKINI NELER BEKLİYOR?

Ne yazık ki modernite, yurttaşlık bilinci, hoşgörü kültürü, sosyal hukuk devleti ilkeleri etrafında bir ulus inşa edemeyen Afganistan, yine geri feodal bir kültüre dayanan, İslami öğretiye göre ülke yönetme iddiası taşıyan Taliban’ın ellerinde. Özellikle kadınlar ve çocuklar için korkarız ki bir kez daha cehennem günleri başlıyor.

Taliban şimdilik, ABD ile yaptığı uzlaşma çerçevesinde ve dünyadan tecrit edilmeme kaygısıyla ılımlı mesajlar veriyor. Ancak o gevşek yapıda, çok sayıda farklı gruptan oluşan bir örgütlenmeye sahip olduğu için, tabanda disiplini sağlaması, yereldeki zulüm ve şiddet vakalarını engellemesi zor görünüyor.
Tam Siyasal İslam’ın yıldızının söndüğü bir dönemdeki bu diriliş, tüm dünyadaki cihatçılar için bir ilham ve moral kaynağı olmaya aday. ABD’yle vardığı anlaşma çerçevesinde farklı İslami terör örgütlerinin ülkede konuşlanmasını, eğitim ve hazırlık için Afganistan’ı üs seçmelerini nasıl engelleyeceğini zaman gösterecek. El Kaide ile geçmişten gelen yakın ilişkilerini; iki örgüt arasındaki geçişliliği, karşılıklı evlilikleri, ekonomik bağları bilenler için, Taliban’ın ABD’ye söz verdiği üzere araya nasıl mesafe koyacağı da bugünden kestirilemiyor.

Taliban sonunda kamu yönetimi deneyimi ve birikimi bulunmayan, eğitim düzeyi son derece düşük kadrolardan oluşan bir yapı. ABD’nin 20 yıl boyunca yetiştirdiği işbirlikçilerini de beraberinde götürmesi, kaçınılmaz biçimde büyük bir yönetim boşluğu ortaya çıkacağını düşündürüyor. Afganistan kişi başına gelirin 500 dolar civarında seyrettiği, ekonomisi sebze ve meyve üretimi, madencilik yanında uyuşturucu ticaretine bağlı son derece yoksul bir ülke. Taliban sınırları kontrol ettiği için ticaretten vergi topluyor, eroin üretimini elinde tutuyor, bu sayede örgütün finansmanını sağlıyordu. Şimdi yönetim sorumluluğunu üstlenince; kamu çalışanlarının maaşlarını ödemek, temel hizmetleri sürdürmek, ekonominin çarklarını işletmek gibi yükler altına girecek. Ülkenin döviz rezervlerinin tüketilmiş olması, iddialara göre kasalardaki son dolarların da Cumhurbaşkanı Eşref Gani’nin taraftarlarınca talan edilmesi, IMF’nin ülkelere sağladığı rezerv kolaylığından Afganistan’ı mahrum etmesi gibi nedenler de Taliban’ı ekonomik açıdan zor günler beklediğinin göstergeleri.

ABD’NİN BÜYÜK İTİBAR KAYBI

Taliban’ın aslında askeri bir zafer kazanmadığını söylemek, ABD’nin ciddi bir itibar kaybına uğramadığı anlamını taşımıyor. Öncelikle, Taliban’ın öngörülenden hızlı ilerleyişi yüzünden silahlı kuvvetlerin düzenli bir çekilme gerçekleştiremediği; çok sayıda silahı, askeri araç ve gereci bile alamadan apar topar kaçtığı ortada. Kabil havalimanındaki keşmekeş, çaresiz insanların son bir umutla uçaklara binme gayreti tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşti. Bu olaylar zinciri Joe Biden’a, Beyaz Saray’a yerleştikten sonraki en büyük prestij kaybını yaşattı.

Trump döneminde alınan Afganistan’dan çekilme kararını uygulamak Biden yönetimine kalmış da olsa, çiçeği burnunda başkan için bu hamle ideolojik ve politik anlamda da büyük bir darbe niteliği taşıyor. Çünkü Biden ABD’nin yıpranan hegemonyasını tekrar inşa etmek, liberal enternasyonalizm çerçevesinde kapitalist küreselleşmeyi canlandırmak iddiası taşıyordu. NATO, BM, DTÖ, DSÖ gibi kurumsal yapılar ABD liderliğinde güçlendirilecek; insan hakları, demokrasi, özgürlükler, serbest piyasa değerleri etrafında aktif bir dış politika izlenecekti. Hâlbuki şimdi Afganistan’da bu iddialardan vazgeçiliyor, başta kadınlar Afgan halkı söz konusu değerlerden nasibini almamış Taliban’ın insafına terk ediliyordu.

Aslında Afganistan’da Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 36 ülkeden güç konuşlanmıştı. Operasyondan NATO yetkilileri dâhil, “müttefik” ülkelerin dahi haberdar edilmediği yapılan açıklamalardan anlaşılıyor. Kritik bir eşikte, böyle bir acemilik ve beceriksizlik sergileyen bir gücün, askeri ve ekonomik kurumsal yapıları nasıl ayağa kaldıracağı, dünya liderliği iddialarını hangi icraatlarla inandırıcı kılacağı şüphe uyandırıyor.

BIDEN’IN YENİ ORTADOĞU PLANI

ABD’nin yeni Ortadoğu ve Batı Asya stratejisi; bölgede olabildiğince az sayıda muharebe gücü bulundurmak, kurmay fonksiyonlarla ve vekil devletlerle egemenliğini düşük maliyetle sürdürmek hesabına dayanıyor. Bu çerçevede gerici, monarşik rejimlere sahip Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt, Katar, Bahreyn gibi Körfez İşbirliği Ülkeleri`nin kilit rol oynaması planlanıyor. Sözü edilen ülkelerin iç işlerine karışılmayacak, demokratik bir rejime sahip olmamaları görmezden gelinecek, ancak aşırı davranışlardan uzak durmaları beklenecek. İsrail ile iyi ilişkiler kurmak, birbirleriyle çekişmeleri en aza indirmek, İdlip gibi kilit yerler hariç cihatçı örgütlerden desteklerini çekmek gibi bir işleyiş öngörülüyor.

Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in İsrail’e yaklaşması; Katar ile BAE ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin yumuşaması; Tayyip Erdoğan’ın Mısır’da Sisi, BAE’de Zayed ile gerginliklere son vermesi, Doğu Akdeniz politikasında geri adım atması, Libya’da yine ABD’nin dümen suyuna girmesi Biden’ın bölge planlarının büyük ölçüde işlediğinin belirtileri sayılabilirdi. Şimdi Afganistan fiyaskosu ile ABD’nin bölgedeki otoritesinin sarsılıp sarsılmadığını da zaman gösterecek.

BÖLGE ÜLKELERİNİN AFGANİSTAN’A BAKIŞI

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi bölgenin stratejik öneme sahip ülkelerinde “ihtiyatlı” bir memnuniyet yaratmış görünüyor. Rusya; ülkelerine yönelik şeriatçı tehditten ürken Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan’ın kendi yörüngesine girmesini beklerken, Çeçen ve Dağıstanlı İslamcıların yeni bir saldırı üssü elde etmesi ihtimalinden tedirgin. Çin aynı şekilde bir yandan ABD’yle komşu olmaktan kurtulduğuna sevinirken, bir yandan Uygurlu cihatçıların cesaret bulması kaygısını taşıyor. İlişkide bulunduğu ülkenin rejiminin niteliğine aldırmaksızın Afganistan’ı altyapı projelerinde ve bölgesel ticarette bir geçiş yolu yapmanın hesaplarını yapıyor. İran artık ensesinde ABD’nin nefesini hissetmediğine sevinirken, nüfusun 9’unu oluşturan Şii Hazaralar’a yönelik ayrımcılıktan endişeleniyor. Pakistan, hasmı Hindistan ile iyi ilişkileri bulunan Afgan yönetiminin devrilmesinin keyfini yaşarken, kendi topraklarında İslami terörün canlanmasının korkusunu hissediyor.

AKP REJİMİ VE AFGANİSTAN

AKP rejimi ise, Afganistan’da yaşananlardan hoşnut görünüyor. Öncelikle siyasal İslamın başarıları gerçekten de Erdoğan’ın “Taliban’la önemli bir inanç farkımız yok” sözlerine yansıdığı gibi onları sevindiriyor. Taliban sözcüsü bizimkilerin ihale alma iştahlarını sezmiş olacak ki, “Sağlık, eğitim, ekonomi, inşaat ve enerji alanında ve bakir yeraltı zenginliklerinin işlenmesi konusunda Türkiye ile işbirliği yapmak istiyoruz” diye ağızlarına bir parmak bal çalmayı ihmal etmiyor. Türkiye, her zamanki gibi sınıra dayanacak mülteciler üzerinden AB’ye karşı yeni bir kaldıraca kavuşmayı, belki yeni fonlara konmayı umuyor. ABD ile ilişkilerinde ise Afganistan sayesinde yeni bir köprü açmanın, bu sayede Halkbank, S-400 gibi pürüzleri savuşturmanın hayalini kuruyor.

SOSYALİSTLERİN TUTUMU NE OLMALI?

Türkiye’de kentli orta sınıflar, Afganistan konusunda yine bir çifte standart örneği sergiliyor. Bir yandan Afgan kadınların haline belki de içtenlikle üzülürlerken öte yandan aynı ülkeden gelen sığınmacılara en fazla tepkiyi göstermekten kaçınmıyorlar. Biz solculara, sosyalistlere düşen başlıca sorumluluk ise öncelikle böyle gerici bir rejimin meşruiyet kazanmaması için aktif bir teşhir çabasından vazgeçmemek. Ayrıca bu baskıcı şeriat yönetiminden kaçan mültecilerin ülkemizde insanca karşılanması için gayret göstermek.

Afganistan gerçeği bir kez daha bizlere gerici bir baskı rejimi ile emperyalizm arasında bir tercih yapılamayacağını gösteriyor. Solcular ve sosyalistler, şeriatçılarla da, emperyalistlerle de asla uzlaşmaz. Ancak tarih onların birbirleriyle pekâlâ uzlaştıklarına, anlaştıklarına, ilericilere karşı birleştiklerine tanıktır. Afganistan’da 1979 Sovyet işgali sonrası yaşanan süreç buna en canlı örnektir. Prof. Dr. Hayri KOZANOĞLU

 

Ortadoğu’yu ‘bekçi’lere bırak, Pasifik’e odaklan

Prof. Dr. İlhan UZGEL

BirGün Gazetesi, 24 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/ortadogu-yu-bekci-lere-birak-pasifik-e-odaklan-356226

 Genel bir dış politik değişikliğe giden ABD, bir bölgeyi daha istikrarsızlık üzerinden terk etme stratejisi izledi. ABD’nin küresel sistemde bir tane stratejik sorunu var, o da Çin’i kontrol edebilmek. Ancak Amerika’nın Çin’e yönelik stratejisinin merkezi bir unsuru değil Afganistan. Stratejinin parçalarından biri sadece.

Prof. Dr. İlhan UZGEL

Amerikan emperyalizminin Taliban ile anlaşarak Afganistan’ı terk etme stratejisine dair çeşitli tezler ve senaryolar ileri sürülmeye devam ediliyor. Uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. İlhan Uzgel ABD’nin yeni bir stratejiyi hayata geçirdiğini kaydediyor.

Afganistan kararı ABD’nin küresel stratejisinde nereye oturuyor?

ABD uzun süredir genel bir dış politika değişikliğine gitmeye çalışıyor. Bunun Ortadoğu bölgesine düşen payı ise çatışma bölgelerinden mümkün olduğunca asker çekmek, çatışmaları sonlandırmak, Çin’in (ve Rusya’nın) nüfuzunu engellemek şeklinde oldu. Doğu Akdeniz ve Karadeniz bağlantısını da Girit ve Yunanistan üzerinden kendisi tahkim etti. Ortadoğu coğrafyasında çatışmasızlık ve müttefikleri arasındaki sorunların çözülmesi için girişimde bulunurken, radikal İslamcılık üzerinden istikrarsızlaştırma siyasetinin alanını Afganistan ve Afrika coğrafyasına doğru kaydırdığını görüyoruz. Bu giderek şekillenmekte olan yeni bir siyaset ve bunun sonuçlarını daha fazla göreceğiz. Afganistan politikası bu genel ve yeni oluşturulan siyasetin bir parçası olarak anlam kazanıyor. Bunun bir siyaset olduğunu, yeni bir stratejiye geçildiğini, bu stratejinin de gereğini yaptığını savunuyorum. Uzun vadeli sonuçlarını göreceğiz ama Afganistan gibi bir yerin hiçbir büyük güce saygısı olmayacak bir konumda bırakılarak terk edildiğini ama buradaki istikrarsızlığın her zaman Amerika’nın girmesine açık kapı bırakacağını savunuyorum. Çünkü ABD şunu biliyor buraya Rusya girmez, ikinci defa böyle bir hata yapmaz. Çin ise böyle bir şeyi göze alamaz. Çin’in şimdiye kadar istikrarsız herhangi bir bölgeye yaptığı askeri müdahale yok. Girerse Çin için pahalıya mal olur. Bunu da bildiği için Amerika askeri boyutunu Afganistan’da daha rahat bırakabildi.

ÇİN’İ ENTEGRE ETMEK

ABD’nin temel stratejisi nedir? Bu denklemde sürdürülebilir istikrarsızlık mı planlanıyor?
ABD’nin bölgeye dönme planı her zaman var. Amerika’nın küresel sistemde bir tane stratejik sorunu var, o da Çin’i kontrol edebilmek. Çin’in yükselişini 2.Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş bittikten sonra kendi kurduğu, tepesinde oturduğu küresel sisteme uyumlu halde tutabilmek. Amerika’nın en büyük sorunu bu. Burada çok zorlandı Amerika. Çin’i küresel sistemin uyumlu bir partneri haline getiremedi. Kendi kurduğu küresel hiyerarşi içinde daha alt bir yere oturtmakta başarısız oldu. Eğer bir Amerikan başarısızlığı varsa aslında burası. Bunu Afganistan üzerinden tanımlamak, “Afganistan’ı kontrol edemedi, buradan çekilmek zorunda kaldı” gibi analizler gerçekçi değil. Çin ile baş etmenin yolu günümüzde Afganistan’ı askeri olarak kontrol etmekten geçmiyor. Bu ikisi de olabilirdi. Afganistan’da askeri olarak kalabilirdi de. Bence isterse on yıl daha kalırdı. Ama çekilmeyi tercih etti. Çin’le ilgili meselesi daha ciddi. Bu çok daha kapsamlı bir çatışmaya varmayan askeri ve stratejik angajmanları gerektiriyor. Mesela Hindistan’ın Çin’den uzak tutulması, Hint Okyanusu’nda QUAD denilen Hindistan, Amerika, Japonya, Avustralya’nın bir araya geldiği dörtlü platform. Çin’e karşı Vietnam, Filipinler gibi ülkelerin askeri olarak desteklenmesi. Amerikan Sistemi 2011’den itibaren deniz kuvvetlerinin Pasifik’e daha fazla kaydırılması gibi daha genel stratejiler üzerinden hareket etmeyi tercih ediyor. Ama Afganistan burada bir detay. Amerika’nın Çin’e yönelik stratejisinin merkezi bir unsuru değil Afganistan. Bunun parçalarından biri. Bana sorarsanız orada bulunarak da çekilerek de Amerikan sistemine hizmet edebileceği için Amerika bir tercihte bulundu. Geniş Ortadoğu bölgesinden askeri angajmanı bir miktar azaltmayı denedi. Afganistan için öyle bir tablo sunuluyor ki, özellikle Vietnam karşılaştırmaları sakıncalı çünkü Amerika Vietnam’dan çıktıktan sonra orada yeni bir düzen kuruldu. Amerikan sisteminin dışında kaldı. Komünizm kuruldu. Afganistan öyle değil. Afganistan’da herhangi bir şey kurulmayacak. Çünkü Taliban’a bıraktı. Taliban’ın günümüzde modern bir devleti, bir toplumu yönetmesinin herhangi bir yolu ve imkanı yok. Dolayısıyla Afganistan başarısız bir devlet olarak kalmaya mahkûm bir şekilde terk edildi. Aradaki en önemli fark budur.

Ortadoğu’dan Güney Asya’ya yaşananlar ışığında büyük tabloyu nasıl okumalı?
Radikal İslamcılık, Cihatçılık Ortadoğu’da yapacağı işi gördü. Radikal İslamcılık’ın şu anda daha aktif olduğu coğrafya Sahra Altı Afrika ile Afganistan kaldı. Libya haricinde radikal İslamcı siyasetin Ortadoğu’daki serüveni bitmek üzere. Askeri olarak tam bir çekilme yok. Irak’ta hala 2500-3000 civarında askeri var. Suriye’den çekilmeyecek. Çünkü Amerika’nın küçük miktarda askeri varlığı bile bulunduğu ülkelerde denklemi değiştiriyor. Afganistan’da son bir buçuk yıldaki Amerikan asker sayısı 2 bin 500’dü. Taliban’ın 75 bin militanı varken Amerika’nın bu askeri sayısı yetiyordu. Suriye’de 900 askeri var ve o bile yeterli oluyor. Normalde o kadar askerle bir şey yapamazsınız ama arkasındaki güç siyasetin içeriğini dönüştürebiliyor. Şu an Amerika’nın Ortadoğu siyaseti müttefiklerine karşı daha fazla sorumluluk yükleyerek bölge istikrarını korumak üzerine kurulu. Bu yüzden hem kendi aralarındaki sorunları bitirmelerini hem de İran gibi ülkelerle bir anlaşma, uzlaşma istiyor. Suriye de buna dahil. Suudi Arabistan’ın Suriye’ye yanaşması, Körfez’le Doğu Akdeniz’in irtibatlanması hepsi paralel. Buradaki ittifak ilişkileri neredeyse dantel gibi örüldü. Buna uymayan sadece Türkiye, AKP yönetimi kaldı. O da el altından “Ben de bu düzenin bir parçası olayım” diye çaba gösteriyor. Muhtemelen biz Nixon Doktrini’nin – ki o Suudi Arabistan ve İran’ı güçlendirerek, silahlandırarak Ortadoğu’da Körfez’deki Amerikan çıkarlarını korumak için inşa edilmişti ama İran İslam Devrimi olunca 1979’da çöktü- bir benzerini şu an Ortadoğu’da deneyimliyoruz. Nedir bu doktrin? Vietnam’dan ağzı yanan Nixon yönetiminin Ortadoğu’da hayata geçirdiği ve bu nedenle Nixon Doktrini adı verilen bu stratejiyle ABD, İran ve Suudi Arabistan’ı Körfez bölgesinde daha fazla sorumluluk almaya itmişti. Özetle ABD, kendini müttefikler arası ilişkilere bırakıyor ve onlara şunu söylüyor, “Siz burayı artık kontrol edin. Benden enerjimi harcamamı beklemeyin.”

ABD’nin hegemonyasında bir gerileme söz konusu mu? Yeni bir restorasyona mı gidilecek?
Yenildiği için mi hegemonyası geriliyor, gerilediği için mi yeniliyor gibi tartışmalar epeydir sürdürülüyor. Ben ikisine de katılıyorum. Amerikan hegemonyası tabii ki geriliyor ama bu göreli bir gerileme ve özellikle Çin’e karşı göreli olarak geriliyor. Amerikan hegemonik üstünlüğünü sağlayan unsurlarda çok fazla gerileme yok. Ekonomisi hala dünyanın en büyük ekonomisi, ordusu hala dünyanın en büyük ordusu. Amerikan hegemonyası üzerindeki küresel ittifak ve rıza devam ediyor. Bunlar devam ettiği sürece hegemonyası devam eder. ABD hegemonyası 1990’ların başındaki gücünde mi derseniz tabii ki değil. Özellikle Çin, Rusya gibi ülkelerin giderek güçlenmesi ve küresel siyasette giderek daha aktif hale gelmeleri Amerikan hegemonyasını tabii ki zorluyor. Bölgesel siyaseti askeri müdahaleler ölçüsüne vurarak gerileyip gerilemediğini ölçemeyiz. Bunu ısrarla iddia ediyorum. O zaman şöyle dememiz gerekiyor: 1959’da Küba Devrimi olduğunda Amerika 1961’de Domuzlar Körfezi Çıkarması’nı yaptırdı. Korkunç bir fiyaskodur. Amerika Vietnam’da net olarak yenildi. Fakat bunlar Amerikan hegemonyasının zayıfladığı anlamına gelmedi. Amerika Somali’den de çekildi. Amerika’ya bir şey olmuyor. Uzmanların kaçırdığı bir nokta var. Amerika 13 bin km uzakta bir ülke. Amerika bir yerden askerilerini çekse de Amerikan hegemonyası yerinde duruyor. Afganistan’a, Somali’ye, Vietnam’a bakarak “Amerika çekiliyor, çöküyor, zayıflıyor” diyemeyiz. Amerika sonuçta doğaüstü bir varlık değil. İnsanlardan oluşan bir sistem. Bazı yerlerde yenilir, bazı yerlerde de başarılı olur. Bazı yerlerde Amerikan hegemonyasının izleri çok güçlü görünüyor. Hindistan’ı Çin’den uzak tutup yanına çekebildi. O stratejik kazanım Afganistan’dan asker çekmeden çok daha önemlidir. Dolayısıyla küresel siyasetin dinamiklerine bakmak gerekir. Tek bir olay olunca oraya fazla odaklanıyoruz. Buradan büyük çıkarımlar yapılıyor. Bu doğru bir şey değil. Amerika Somali’den de çekildi ama Amerikan hegemonyası orada duruyor. 1975’de en güçlü döneminde Amerika Vietnam’da yenildi. 1989’da Doğu Blok’unu çökertti, dağıttı. Bu analizlerde dikkatli olmak, anın etkisinde kalmamak daha uzun vadeli bakmak gerekir. 1980’de Türkiye’de darbe yaptırdı. Buna bakıp “1975’de Amerikan hegemonyası çöktü, 1980’de yükseldi” diyemeyiz. Amerikan hegemonyası durduğu yerde duruyordu. Yapısal olarak geriliyor. Dünya sisteminde göreli bir gerileme yaşıyor. Çünkü Çin ile baş edemiyor. Şu an Amerikan hegemonyasını gerileten tek şey, Çin’in yükselişi. Afganistan, Irak, Suriye değil. Oralardan hareket edersek yanlış analiz yaparız. Amerika geriledi denilen dönemde Suriye yerle bir oldu. Amerika’ya bir şey olmuyor. Amerikan vatandaşının günlük hayatını ya da Amerika’nın güvenliğini etkileyen bir durum yok. “Amerika yenildi, yenilmedi” tartışmasının bir anlamı yok çünkü Amerika hegemonyası bütün askeri yapısı, ekonomisi, küresel istihbarat uydu sistemleriyle olduğu yerde duruyor. “Afganistan’dan çekildi, Amerika çöktü” demek yapısal unsurlardan kaçıp günlük siyasetin akışına kendimizi bırakmak olur.

Afganistan meselesi Çin’in uğraşması için yapılan bir hamle olarak değerlendirilebilir mi?

Değerlendirebilir. Amerikan emperyalizmi öyle bir hale getiriyor ki bu kimsenin işine yaramayacak. Taliban yönetemeyecek. Direniş başlayacak, toplumsal huzursuzluk başlayacak. Çünkü Taliban maaş ödeyemeyecek. Maaş ödeyemeyen hiçbir rejim istediği kadar kafa kessin hiçbir şekilde var olamaz, ayakta duramaz. Sistemler para üzerine döner. Taliban işinin ne kadar zor olduğunu anlayacak. Ya Çin devreye girecek, onu finanse etmeye çalışacak. Şu an Afganistan herhangi bir gücün işine yarayacak bir araç değil. Çin Afganistan’a dalıp ne yapacak? Afganistan Çin’e ne gibi bir imkân sağlayacak? Taliban’ın ne gibi bir stratejik değeri var? Kullan at gibi. Büyük devletler devlet kapasitesine sahip küçük devletlerle iş birliği yapmayı severler. Taliban yönetimi bu tanıma uymuyor. Enerjiyi emmek dışında bir fayda sağlamaz Taliban. Uğraşır durursunuz. Taliban’ın ne Rusya’ya ne Çin’e ne de İran’a bir faydası olur. Taliban yönetiminde Afganistan bölge için bir baş ağrısıdır. Başka da bir işe yaramaz. Taliban’ın yaptığı hiçbir açıklamaya tam olarak güvenemezsiniz. Ne içeriye dair ne de dışarıya verdiği mesajlarının bir garantisi yok. Taliban yönetimindeki Afganistan, Çin’i güçlendirecek bir ülke değil.

HER ŞEYİ YAPMAYA HAZIR AKP İLE ÇALIŞMAYA DEVAM

Bütün bu denklemde, yaşananlarda Türkiye’yi bekleyen nedir? AKP Türkiye’sinin bu denklemdeki rolü nedir?

Afganistan tüm ülkeler için belli bir risk taşır. Taliban şu anki koşullarda Türkiye ile bir çatışmaya girmek istemez. Yeni iktidara gelmiş ve Türkiye gibi onunla iş birliği yapma hevesini bu kadar açık beyan eden başka bir aktör yok. Erdoğan, “Lideriyle görüşebilirim, inancı ters değil” dedi. Havaalanı merakı var. Taliban’ın Türk askeri birliğiyle bir çatışmaya girmesini beklemiyorum. Afganistan şu an karmaşık, oturmuş bir rejim yok. Kendisi sorunlu bir yapı. Türkiye’nin orada bulunmasından rahatsız olan Rusya, Çin gibi ülkeler istihbarat servisleri aracılığıyla Taliban içindeki bir grubu kullanıp çatıştırabilirler. Yoksa normalde bakıldığında Taliban’ın Türkiye ile çatışmasına gerek yok. Taliban rejimi Türkiye’den nasıl faydalanırım diye bakar. Şu koşullar altında tanınma isteyebilir. “Taliban Bayrağı asın” diyebilir. Bunun pazarlığını yapabilir. Afganistan’da geçiş dönemi. Kimin neye hizmet ettiği bilinmiyor. Bu koşullar altında Türk askerinin orada bulunması risk taşır. Bir grup gelip Türk askerine ateş açar. Bunu öngörseniz bile nereden, kimden geldiğini bilemezsiniz.

Biden ABD’sinin siyasal İslamcı AKP rejime yönelik “mesafeli” bakışı ortada. Durum böyleyken yeni Osmanlıcıların bölgede rol kapma isteği neyin delaleti?

Türkiye, AKP yönetimi gibi iktidarda kalabilmek için ne lazımsa yapmaya hazır bir hükümet yakalamışken Biden yönetimi bir süre daha çalışmayı tercih etti. Aslında yönetim Türkiye’ye karşı daha sert gidecekti. Halk Bank davası gündeme gelecekti. Ama 14 Haziran NATO Zirvesi sırasında yapılan görüşmede iş birliğine bu kadar hevesli bir Türkiye görünce, Erdoğan ile çatışmayı biraz beklemeye aldı. Ama bu “bekle, gör” bir süre daha devam eder ve Biden yönetimi bir karar alır. Şu an Türkiye kırılgan bir durumda ve Amerika’dan gelecek bir sıkıştırmayı kaldıracak durumda değil. Bunu onlar da hükümet de biliyor. O yüzden Erdoğan elindeki bütün araçları kullanıyor. Göç meselesini keşfetti. Göç meselesini bazen Avrupa’ya bazen Amerika’ya karşı ilişkilerini düzeltmek için kullanıyor. Bunları kullandığını görünce Erdoğan’a kredi açtılar. Ama bu bir açık çek değil. “Biz seninle hep böyle çalışırız” demek değil. Erdoğan yönetiminin neyi ne kadar yapabileceğini, ne kadar uyumlu çalışacağını bekleyip görecekler. Bu, Türkiye için vahim bir durum. Erdoğan’ın iktidar ömrünü biraz uzatır ama Türkiye için büyük kayıplar getirir. Prof. Dr. İlhan UZGEL

 

Çin-ABD çekişmesinde yeni bir sahne açılacak

Doç. Dr. Ceren ERGENÇ

BirGün Gazetesi, 24 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/cin-abd-cekismesinde-yeni-bir-sahne-acilacak-356227

Doç. Dr. Ceren ERGENÇ – Liverpool Üni. Çin Kampüsü

ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi Çin-ABD çekişmesinde yeni bir sahne açacak ama bu Amerikan medyasının iddia ettiği üzere Çin’in Afganistan’da ABD’nin yerine hâkimiyet kurmaya niyetlenmesinden dolayı değil.

ABD Başkanı Joe Biden, Afganistan’dan hızla çekilme nedenini Rusya ama özellikle Çin’le rekabete odaklanmak olarak açıkladı. Gerçekten de, Biden’in öncülü olan Barack Obama döneminden beri ABD, Çin’i en güçlü olduğu Asya Pasifik bölgesinde köşeye sıkıştırmak üzerine Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP), Hint-Pasifik bölgesi gibi planlar geliştiriyordu. Her ne kadar Trump’ın kişisel tarzından dolayı, Çin’le ilişkiler bu dönemde kötüleşmiş gibi görünse de, aslında ABD’nin Çin politikası bir devamlılık gösteriyor. Nitekim Çin’in Biden’in Trump’ın Çin’le ticaret savaşına son vereceği beklentisi doğru çıkmadı ve Biden hükümetini kurduğu andan itibaren Çin’i doğrudan hedef alan bir tutum sergiledi. Ticaret savaşları, Xinjiang (Şincan), ıklım gündemi ve en son Daha İyi Bir Dünyayı Yeniden İnşa Etmek (B3W) projesi gibi meselelerde Çin’le ABD’nin karşılıklı saldırgan söylemlerine şahit olduk.

MÜTTEFİKLER RAHATSIZ

B3W, Biden hükümetinin Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni (KYG) zayıflatmak için G7 ülkeleriyle birlikte geliştirdiği bir proje. Henüz ayrıntıları açıklanmış değil ama KYG’nin aksine altyapı değil finansal kalkınma yardımı üzerine odaklanacağı öngörülüyor. Bu programın, Çin’in altyapı ve enerji yatırımı temelli küresel varlığına rakip ol(a)mayacağı, ama KYG’nin sebep olduğu iddia edilen borç tuzağına düşmüş ülkeleri kendi yanına çekeceği varsayılıyor.

Çin, ABD’nin Afganistan’dan hızla çekilmesi ve Taliban güçlerine karşı Kabul hükümetiyle çalışanları ve halkı korumak için hiçbir girişimde bulunmamasını, ülkenin Trump döneminden beri azalan uluslararası meşruiyetine yeni bir darbe olarak sunuyor. Gerçekten de, Trump hükümeti Asya Pasifik bölgesindeki Japonya, Avustralya ve Filipinler gibi geleneksel müttefiklerini yalnızlaştırmış ve TTP ve Hint Pasifik bölgesi gibi girişimlerin ölü doğmasına neden olmuştu. Biden hükümetinin ilk icraatlarından birinin Güney Asya’yı, dolayısıyla da Asya Pasifik bölgesini istikrarsızlaştıracak Afganistan’dan çekilme kararı olması, bölgedeki müttefiklerini birkez daha rahatsız etti. Örneğin, Hindistan, ABD’nin tüm çabalarına karşın, Afganistan’ın geleceği için yapılan görüşmelerden Pakistan, Çin ve Rusya’nın işbirliğiyle dışlanmış durumda.

Çin, Afganistan’ı yeni bir hâkimiyet alanı olarak görmüyor ama kendi sınırlarını ve Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’ndaki ekonomik çıkarlarını korumak için yaptığı girişimler ülkeyi birkez daha ABD’nin karşısında konumlandırıyor. Çin, SSCB işgali ve ABD müdahalesi dönemlerinde, bu iki rakip süper gücün bölgedeki gücünü kırmak amacıyla Taliban ve diğer siyasi aktörlerle ilişkisini mesafeli de olsa korumuştu. 11 Eylül sonrasında, uluslararası terörizmin Xinjiang bölgesini etkilemesi kaygısı Çin’i ABD’yle işbirliği yapmaya itmişti. Bugün, Afganistan’da istikrarı sağlamak en önemli önceliği olduğu için, Taliban dahil olmak üzere iktidarı tamamen ele geçirecek herhangi bir aktörü diplomatik olarak tanıyacak.

Çin’in Taliban’ı meşru bir siyasi aktör olarak tanıma ihtimali, ABD’yle bir konuda daha yollarını ayırmaları anlamına geliyor. Çin, Afganistan’ı karadan ve denizden uluslararası ticaret yollarına bağlayacak altyapıyı sağlayabilir ve bu, uzun vadede varolduğu bilinen yeraltı kaynaklarının (Çin tarafından) çıkarılmasını sağlayabilir. Ama, Çin olası bir Taliban hükümetine finansal destek sağlasa bile diğer KYG ülkelerinde olduğu gibi altyapı ve enerji yatırımlarının başlayabilmesi için öncelikli olarak Çinli diplomatların ve mühendislerin güvenliğinin garanti edilmesi gerekiyor. Taliban’ın çoklu yapısı ve Afganistan’da iç savaş ihtimali Çin’i bölgede girişimci bir pozisyondan çok kendi güvenliğini sağlamaya itiyor. Doç. Dr. Ceren ERGENÇ

 

Masallar yerine gerçek politika

Doç. Dr. Behlül ÖZKAN

BirGün Gazetesi, 25 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/masallar-yerine-gercek-politika-356348

Kemalizmle hesaplaşmak ve dış politikada Ortadoğu’nun lideri olmak için çıkılan yolda, aklın rehberliğinde, öngörüye dayalı ve gerçekçi dış politika terk edilerek, kendi hikâyemizi yazmak adına topluma masal anlatıldı.

Doç. Dr. Behlül ÖZKAN

Son yarım asrını savaşlarla geçirmiş Afganistan’da bir kez daha iktidar devrildi. Ülkede yıllardır asker bulunduran Batılı güçler, tarihte çok defa görüldüğü üzere Afganistan’daki mevcudiyetlerinin sürdürülemez olduğunu anlayarak terk etmeye karar verdi. Ve yine daha önce sıkça yaşandığı gibi Kabil’de dış güçlere dayanarak iktidarda olan bir rejim, kâğıttan kaplan olduğunun bilinciyle birkaç gün içinde yıkılıp gitti. Taliban 20 yıl önce bıraktığı Kabil’e döndü.

Ancak Afganistan tıpkı geçmiş yarım asırda olduğu gibi, önünde kendini nasıl bir yıkımın beklediğini bilemediği yeni bir belirsizlik döneminin kapısını aralıyor.

Haftalar öncesinden binlerce Afganistanlı belki de zor hayat şartlarının onlara verdiği tecrübeyle, yaklaşan felaketin boyutunu öngörerek ülkeden kaçmaya başladı. İran’dan geçerek sınırdan Anadolu’ya giren Afganistanlı akını haftalardır sürüyor. Kabil Havaalanı’ndan kalkan uçaklara asılarak kaçıp kurtulmayı deneyen ve gökten düşen insanların, neden buna kalkıştığını anlamak için çaresizlik kelimesi bile kifayetsiz kalıyor.

Taliban dışında fırsatını bulabilen herkesin Afganistan’dan çıkmaya çalıştığı bu günlerde, Türkiye Kabil’e girmeyi ve orada uzun süreli asker bulundurmayı tartışıyor. Bu konu Erdoğan ile ABD Başkanı Biden görüşmesinde de gündeme gelmişti. Basına yansıyan haberlere göre ABD kendisi dâhil tüm Batılı ülkelerin tası tarağı toplayarak kaçtığı Afganistan’da, Türk askerinin “muharip güç” olarak kalmasını önerdi. Hem ABD, hem Taliban hem de devrilen hükümetle yaptığı görüşme ve pazarlıklar sonucu Ankara’dan Kabil Havaalanı’nın güvenliğini ve yönetimini üstlenmeye hazır olduğuna dair net açıklamalar geldi.

ANADOLU’YU SAVUNMAK

MHP lideri Devlet Bahçeli’ye göre “Afganistan’dan dönmek demek Anadolu coğrafyasını tehlikeye atmak demekti.” İktidarın ortağı Bahçeli “askeri unsurlarımızın Afganistan’dan terki düşünülemeyecektir” diyerek tavrını net olarak ortaya koydu. Bu argümanın benzerleri Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında giderek artan askeri varlığına yönelik olarak iktidar tarafından yıllardır yineleniyor. Ankara 1990’lardan bu yana Kuzey Irak’taki PKK varlığını terörle mücadele kapsamında değerlendirerek orada asker bulunduruyor ve operasyonlar yapıyor. 2016’dan itibaren bu politika hem coğrafi hem de askeri anlamda ölçek büyültülerek Suriye’nin kuzeyinde de uygulandı. Son dönemde Irak ve Suriye’ye bir de Libya da eklendi. Libya’ya yönelik asker gönderme kararı, bu ülkenin geçmişte Osmanlı sınırları içinde yer alması ve dolayısıyla ortak tarih üzerinden savunuldu. Şimdi bu ülkelere Afganistan’ın da eklendiği anlaşılıyor.

Ancak bu noktada Cumhur İttifakı’nın iki ortağından gelen açıklamalarda vurgulanan noktalardaki farklılıklar dikkat çekici. Erdoğan, Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla “ters bir yanı olmadığı için de onlarla bu konuları daha iyi görüşeceğimize, anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum” dedi. Bahçeli ise Hazara, Tacik, Özbek, Türkmenlerin Afganistan içindeki varlığına dikkat çekerek “8 milyona ulaşan Türk varlığı Türkiye’ye inkâr edemeyeceği sorumluluklar yüklemektedir” diyordu.

TALİBAN’IN DÖNÜŞÜ

Bahçeli’nin “Türk” olarak tanımladığı kesimlerle, nüfusun yüzde 40’ını oluşturan Paştunlara dayanan Taliban arasındaki tarihsel rekabet, dün olduğu gibi bugün de ve yarın da Afganistan içindeki güç mücadelesinde etkili olacak. Kızılordu’nun çekilmesi ve 1992’de Kabil’in mücahitler tarafından ele geçirmesi sonrası başlayan iç savaşı 1996’da Taliban kazandı. Taliban’ı iktidar mücadelesinde diğer silahlı gruplardan ayıran üç unsur vardı:

1. Şeriatı Vahabilikten esinlendiği İslam devleti yorumuyla çok sert ve katı şekilde uygulayarak yıllardır süren anarşik duruma son verip düzen kurabilmesi,

2. Aşiret liderleri ile savaş ağalarının ön planda olduğu silahlı gruplara kıyasla, Taliban’ın iç dayanışmasının daha yüksek olması,

3. Din ve şeriatı ideolojik örtü olarak kullanarak bunun altında Paştun milliyetçiliğini desteklemesi.

11 Eylül saldırıları sonrası Afganistan’ı El-Kaide’nin üssü olarak gören ABD, Paştun olmayan kesimlerin ağırlıkta olduğu Kuzey İttifakı’nı destekleyerek Taliban’ı devirdi. Ardından kurulan Amerikan destekli yeni rejimde kendi de Paştun olan Hamid Karzai devlet başkanı oldu ancak bu Paştunların desteğini almaya yetmedi. Hukukun değil silahın tek belirleyici olduğu Afganistan’da Savunma Bakanlığı ve ordu içindeki subaylara Tacikler başta olmak üzere Paştun olmayan gruplar ağırlıklarını koydular. Nüfusun yüzde 25’ine tekabül eden Tacikler ordu içinde askerlerin yüzde 37’sini subayların yüzde 56’sını oluşturuyordu. Bu da birkaç yıl içinde Taliban’ın tekrar ayağa kalkarak uzun silahlı mücadeleden sonra iktidarı ele geçirmesinin önünü açan nedenlerin başında geldi. Doç. Dr. Behlül ÖZKAN

 

ABD’nin zayıflayan hegemonyası

Doç. Dr. Yonca ÖZDEMİR

BirGün Gazetesi, 25 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/abd-nin-zayiflayan-hegemonyasi-356349

 

Doç. Dr. Yonca ÖZDEMİR

Şubat 2020’de Amerika ile Taliban arasında yapılan anlaşma sonucu Amerikan yönetimi Afganistan’dan çekilmeye başladı ve bu çekilmenin geçtiğimiz günlerde tamamlanmasıyla 20 yıl sonra Afganistan’dakontrol tekrar Taliban’a geçti. Yani, Amerika geride bir harabe bırakarak Afganistan’ı terk etti.Normal şartlarda bir işgalin sona erdiğine seviniyor olmamız gerekirken Afganistan’ı büyük bir endişeyle izliyoruz. Madem Afganistan Taliban’a bırakılacaktı, Amerika niye 20 yıl boyunca orayı işgal etti? Bu bir yenilgi mi, yoksa Amerikandış politikası mı değişiyor?

***

Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı sonrası her alanda rakipsiz bir üstünlüğe sahip olan Amerika, dünya savaşlarından çıkarılan derslerden de yola çıkarak liberal bir uluslararası düzenin kurulmasına öncülük etti. Bu “liberal düzen” hem Birleşmiş Milletler (BM) gibi ülkeler arası ilişkileri belli kurallar dâhilinde düzenleyen uluslararası organizasyonlar ile hem de ekonomik alanda GATT, IMF ve Dünya Bankası gibi ekonomik kurumlar aracılığıyla desteklenmişti. Amerika öncülüğünde kurulan bu düzenden tabi ki hiçbir ülke Amerika’nın kendisinden daha fazla yararlanmadı. O yüzden de birçok tarihçi 20. yüzyılı “Amerikan Yüzyılı” olarak adlandırır.

Ancak, Sovyetler Birliği’nin ve komünizmin alternatif güçler olarak varlığı dünyayı kısa sürede Soğuk Savaşa sürükledi. Soğuk Savaşın yarattığı bu iki kutuplu dünyada Amerika tam bir hegemonya kuramamıştı. O dönemde, açık bir ekonomik üstünlüğe sahip olmasına rağmen, Amerika’nın siyasi ve askeri manevra alanı Sovyet gücü tarafından kısıtlandı. İki süper güç özellikle yeni bağımsızlığını elde eden Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinden kıyasıya bir rekabet içindeydi. O zaman Amerika’nın tüm dış ve güvenlik politikası komünizmi kuşatmak ve zayıflatmak üzerine kurulmuştu ve bu uğurda en kanlı darbeleri ve diktatörleri desteklemekten geri durmadığı gibi gerekli gördüğünde, bizzat işgallere de girişti (Vietnam ve Grenada gibi). Sovyetler Birliği de benzer taktiklerle rekabeti sürdürürken 1979’da kendi arka kapısındaki Afganistan’ı işgal etti. Bu da Afganistan’ı Soğuk Savaş’ın en önemli arenalarından biri haline getirdi ve 1980’lerdeAfganistan’daolanlarhem Amerika’nın hem tüm dünyanın 2000’li yıllarını da şekillendirdi.

Daha Sovyetlerin Afganistan’ı resmen işgale başladığı tarihten önce, 3 Temmuz 1979’da Carter imzasıyla Kasırga Harekâtı başlatılmıştı. Ulusal Güvenlik Danışmanı Sovyetler’i güneyden İslami bir “Yeşil Kuşak” ile kuşatmak projesinin fikir babası Zbigniew Brzezinski olan Carter’a göre, İran’ın 1 Şubat 1979’taki İslam Devrimiyle Amerika saflarından çıkması ardından Afganistan’ın Sovyet etkisine girmesi kabul edilemezdi. Dolayısıyla Pakistan’ın istihbarat, Suudi Arabistan’ın para, Amerika’nın da askeri kaynakları ile Afganistan’daki İslamcı mücahitler Sovyet işgaline karşı desteklendi ve dünyanın pek çok ülkesinden cihatçıların buraya savaşmak için toplanmasına göz yumuldu, hatta teşvik edildi. Dışarıdan silah, para ve eğitim desteği alanbu mücahit hareketi içinden sadece El Kaide çıkmadı, Molla Ömer liderliğinde “Taliban” adı verilen radikal İslamcı hareket de doğdu. Sovyet ordusunun1988’de Afganistan’dan çekilmesi ile bir süre iç savaş yaşayan Afganistan’daTaliban 1996’da yönetimi ele geçirdi ve zaten dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Afganistan böylece tam bir Orta Çağ karanlığına büründü. Afganistan’da gerilla eğitimi almış, savaş tecrübesi kazanmış ve iyice radikalleşmiş yabancı Müslüman savaşçılar ise kendi ülkelerine dönmüştü. Onlar da döndüklerinde sadece kendi ülkelerindeki radikal İslamcı terörist örgütlerin temelini atmakla kalmayıp başka Müslüman ülkelerde çıkan savaşlar (Bosna, Çeçenistan ve daha sonra Irak ve Suriye gibi) için de gönüllü oldular. Bu “mobil” cihatçıların kökenininAmerikan’ın1980’lerdeki Afganistan politikalarına dayandığı ve sonra nasıl 11 Eylül2001 saldırısı ile Amerika’yı vurdukları bilinen bir gerçek. Hâlbuki bundan on sene önce Soğuk Savaş bitmiş, Amerika dünyanın tartışmasız tek hegemon gücü olarak liberal kapitalist sisteme karşı artık hiçbir alternatifin kalmadığını ilan etmişti. Ne var ki, Amerika’nın bu zafer havası çok uzun sürmedi ve 11 Eylül sonrası Amerika bu sefer de “Teröre Karşı Savaş” savaş ilan etti.

Taliban 11 Eylül saldırısını düzenleyen Bin Laden’i Amerika’ya teslim etmeyi reddedince, Amerika BM ve NATO kararlarıyla 2001’de Afganistan’ı işgale başladı. Bu işgal tam 20 yıl sürdü amaTaliban direnişi de hep devam etti. Bu arada Amerika benzer bir bahaneyle 2003’te de Irak’ı işgal etti. Bu işgal sonucu da Irak tam bir İslamcı terör merkezi haline geldi. Gerek Afganistan’daki, gerek Irak’taki direniş Amerikan askerlerine önemli kayıplar yaşattı. Amerika, çeşitli aktörleri kendilerine, Batı’ya veya dünyaya tehdit olarak inşa ederek, Orta Doğu’daki saldırgan dış politika hedeflerini meşrulaştırmayı çalışırken, cihatçı radikal gruplar Amerikan emperyalizmine karşı en etkili savaşı vermeye başladı. Böylece Amerika terör ile savaştığını iddia ederken terörü tüm dünyada daha çok körükledi. Bundan çeşitli intihar saldırılarına maruz kalan Batılı müttefikleri de nasibini aldı.

***

Tüm bu gelişmelerin ekonomik bağlamını da anlamak gerekiyor. Son yirmi yılda Amerika Irak ve Afganistan gibi operasyonlara ciddi kaynaklar aktardı. Sadece Afganistan’a 2002’den bu yana %61’i güvenlik, %25’i yönetim ve kalkınma, geri kalan %14’ü sivil operasyonlar ve insani yardım için olmak üzere, yaklaşık 144 milyar dolarlık yardım tahsis etti. [1]Ancak, Amerika’nın uluslararasıgücü azalıyor ve bu savaşların insan ve para maliyeti artık Amerikalılar için fazla geliyor.Bu harcamaların yanı sıra, Amerika’nın dünya ticaretinde kaybettiği rekabetçi konum ve yeni güçlerin ve aktörlerin yükselişi de Amerika’nın gücünün aşınmasına katkıda bulundu. Özetle Amerika’nın düşmekte olan bir hegemon ve Orta Doğu’daki operasyonlarının da bu düşüşü hızlandıran faktörler olduğunu söylemek mümkün.

Nitekim 2008’de Amerikan kamuoyu nezdinde artık hiç popüler olmayan yorucu ve uzun dış operasyonları bitirmekve bunların hızlandırdığı ekonomik krizi aşmak üzere kampanya yürüten Barack Obama seçimi kazandı. Obama döneminde Amerika artık giderek daha da dağınık hale gelen bir dünyada liderlik yapmaya o kadar hevesli olmadığı belli etti. Öte yandan dünyanın bu kadar düzensiz hale gelmesinin nedenlerinden biri de Amerika’nın artık düzen dayatma konusunda o kadar aktif olmaması. Özetle, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının getirdiği tek kutuplu dünya ve tartışmasız Amerikan hegemonyası yerini kısa sürede çok kutuplu dünyaya ve bunun getirdiği kaosa bırakmaya başladı.

2000’li yıllar aynı zamanda ekonomik küreselleşmenin de krize girdiği yıllar ve Amerika’nın düşüşe geçen uluslararası konumu askeri alandan çok ekonomik gelişmelerle ilgili. Üretim zincirlerindeki küresel dönüşüm, çok uluslu şirketlerin yurtdışına taşınması ve malları (yeniden) ithal etme olasılığı ve müteakip iş kaybı nedeniyle başta Amerika olmak üzere tüm gelişmiş ülkelerin orta sınıfları artan işsizlikten etkilenmekte. Küreselleşme bir süredir Amerika ve müttefiklerinden çok Çin ve benzeri gelişmekte olan ülkelere yarar sağlıyor. Amerikan hegemonyası dünyanın ekonomik ve jeopolitik ağırlık merkezlerinin Avrupa-Atlantik dünyasından Asya’ya kayması nedeniyle tehlikeye girdi ve bu da Batı’nın beş yüzyıllık küresel egemenliğinin sonunun habercisi. Daha spesifik olmak gerekirse, son yirmi yılda tanıklık ettiğimiz en büyük değişim göreli olarak Amerikan gücünün azalıyor ve Çin’in yükseliyor oluşu. Bunun Amerikan siyasetine yansımas ıpopülizmin ve kutuplaşmanın artması şeklinde oldu. Nitekim Amerikan halkının 2016’daki tepkisi milliyetçi ve izolasyoncu (uluslararası meselelere karışmayan) bir politika izlemeyi vaat eden popülist Trump’u seçmek oldu. Trump’da söz verdiği gibi bir dizi Serbest Ticaret Anlaşmasından çekilmeyi, NATO katılım koşullarının tartışılmasını, çevre anlaşmalarının iptalini ve hatta Afganistan’dan çekilmeyi gündeme getirdi.

***

Özetle, mevcut konjonktürün merkezinde, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ve bunu müteakip hızlı küreselleşmenin ardından çok kutuplu bir dünyanın ortaya çıkması ve 2000’li yılların başından itibaren Amerikan hegemonyasının erozyona uğraması yatmaktadır. Amerika artık diğer ülkelerin (Çin, Hindistan, Brezilya, Almanya ve Rusya) yükselişiyle karşı karşıya, ama henüz ortaya çıkan rakipler tarafından geçilmiş de değil. Amerika üstünlüğünü en az 20-30 yıl daha koruyabilir. Zaten yeni Biden hükümeti de bu süreci mümkün olduğunca uzatma çabasında. COVID gibi tüm ekonomik dengelerini yerinden oynatan bir facia ile karşı karşıya iken Biden’ın da Amerika’nın üzerine masraflı uluslararası sorumluluklar yüklemeye niyeti yok. Fakat Trump’tan farklı olarak Amerikan politikalarını liberal değerler eksenine geri çeken Biden, Amerika’nın dünyada kurduğu düzenin yükünün uluslararası kuruluşlar aracılığıyla ve çok taraflılık ilkeleri doğrultusunda daha dengeli paylaşılması için uğraşıyor. Dahası, bir an önce ekonomiyi düze çıkartmayı önceliyor. Ancak dünyada milliyetçi, ırkçı, dinci ve popülist akımlar, baskıcı rejimler, terör, iç savaşlar, göç krizleri, doğal afetler ve pandemi gibi pek çok felaket artarak devam etmekte. Yani, ne yazık ki Amerikan hegemonyasının zayıflamış olması bize daha iyi bir dünya vaat etmiyor.

[1] Bakınız https://fas.org/sgp/crs/row/R45122.pdf.

 

 

Taliban’dan Türkiye ve İran’ın payına düşecekler

Dr. Öğr. Üyesi Gülriz Şen

BirGün Gazetesi, 26 Ağustos, 2021

https://www.birgun.net/haber/taliban-dan-turkiye-ve-iran-in-payina-dusecekler-356474

Taliban’ın idare edeceği Afganistan, hem jeopolitik hem de toplumsal pek çok meseleyi beraberinde getiriyor. Rusya ve Çin gibi aktörler ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya hazırlanıyor. Hindistan, Pakistan’ın ve Çin’in alan kazanacağı gelişmeleri kaygıyla izliyor. Yaşanacaklardan Türkiye ve İran’ın payına düşecekler de var.

Dr. Öğr. Üyesi Gülriz Şen

Biden yönetiminin ABD’nin “namütenahi savaşlarına” son verme kararı çerçevesinde Afganistan’da 20 senedir süren askeri mevcudiyetini bitirmesi beklendiği üzere ülkenin Taliban kontrolüne geçmesi ile sonuçlandı. Öngörülemeyen şey ise Taliban’ın bu denli hızlı bir şekilde kontrolü ele geçirmesiydi. Taliban’ın idare edeceği Afganistan hem jeopolitik hem de toplumsal pek çok meseleyi beraberinde getiriyor. Afganistan’da yeni yönetimin uluslararası aktörler tarafından tanınıp tanınmayacağı tartışılırken insani yardım, göç krizi, uyuşturucu ticareti ile mücadele ve bölgenin istikrar ve güvenliği gibi konular üzerinden bölgesel ve küresel güçlerin Taliban ile angajmanının kaçınılmaz olduğu görülüyor.

Devletlerin sinyallerini verdiği pragmatik yaklaşımlar, Taliban’ın “geçmişten ders alıp değiştiğini, ılımlılaştığını” vurgulayıp, ülkede “şeffaf ve kapsayıcı bir hükümetin kurulacağına” dair ümit ve beklentilerle bu süreci yumuşatmaya çalışıyor. Ancak başta kadın ve insan hakları dernekleri olmak üzere küresel sivil toplum kuruluşları Afganistan’daki kadınların son yirmi senede elde ettiği özgürlük ve kazanımların meçhul geleceğini, dini ve etnik azınlıkların yeni dönemdeki durumunu insani güvenlik kaygıları üzerinden tartışmaya ve takip etmeye devam ediyor. Bölgede Rusya ve Çin gibi aktörler ABD’nin bıraktığı boşluğu Taliban üzerinde kuracakları nüfuz ve kontrol ile doldurmaya hazırlanıyor; Hindistan, Pakistan’ın ve Çin’in alan kazanacağı gelişmeleri kaygı ile izliyor. Afganistan’daki sancılı dönüşümün bu ilk evresi, göç, sınır güvenliği, kimlik ve iktisadi ilişkiler gibi konular üzerinden hem Türkiye hem de Afganistan’ın sınır komşusu İran tarafından da yakından izleniyor. Bu yazı, Afganistan’daki son gelişmelerin Türkiye-İran ilişkilerine mevcut ve olası yansımalarını göç ve sınır güvenliği gibi başlıklar üzerinden tahlil etmeyi amaçlıyor.

SINIRLAR VE SIĞINMACILAR

“İmparatorluklar mezarlığı” olarak anılan Afganistan, her şeyden önce dış müdahaleler ve iç savaş nedeniyle ülkenin kendi yurttaşları için bir mezar oldu. Afganistan’da devlet ve toplum inşasının bir türlü sağlanamaması, ülkedeki savaş ve yıkımdan canını kurtarmak isteyen milyonlarca insanın 1970’lerin sonundan itibaren iltica ettiği göç krizlerini doğurdu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre 1979’dan günümüzdeki son krize dek beş milyona yakın Afgan yurttaşı vatanlarını terk etmek zorunda kaldı ve bu mültecilerin yüzde 90’ı ülkenin sınır komşuları olan İran ve Pakistan’a sığındı. İran’da bugün resmi verilere göre 780 bin kayıtlı sığınmacı olmakla birlikte kayıt dışı Afgan nüfusunun 2 milyonu aştığı tahmin ediliyor. İran’da yaşayan Afganların ülkeye entegrasyon ve uyumu ise hiçbir zaman tam manasıyla sağlanamadı. 2000’li yıllarda artan uluslararası yaptırımların ekonomiye getirdiği zorluklar, güvencesiz çalışan Afgan mültecileri de İran’ı terk etmeye zorladı. Bu süreç özellikle Trump yönetiminin nükleer anlaşmadan çekilmesi ve akabinde uygulamaya koyduğu azami baskı politikası ile şiddetlendi. Yine 2010’larda Afganlar bölgedeki jeopolitik çekişmelerin de bir öznesi oldu. İran vatandaşlığını elde etmek, ailelerine barınma ve sağlık, çocuklarına eğitim gibi temel hak ve imkanları sağlamak için pek çok Afgan, İran’ın Suriye’de örgütlediği Fatimiyyun Tugayı’na katıldı ve Esad yönetiminin saflarında savaştı.

Afganistan’da Taliban’ın idareyi ele geçirmesinin halkta yarattığı dehşet ve korku, İran için mevcut iktisadi koşullar ve pandemide yaşadığı 5. dalga göz önüne alındığında hiç de istemediği yeni bir göç dalgasını doğuruyor. Önceki haftalarda Türkiye-İran sınırından Türkiye’ye yaşanan yoğun düzensiz göçmen girişi, Tahran’ın Afganistan’dan kaçanların sınırlarından geçmesine izin verip, İran’da kalmadan Türkiye’ye veyahut Avrupa’ya gidebilmeleri için sınıra yönlendirdiği iddialarını kuvvetlendiriyor. Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinin ardından Türkiye sınır kontrollerini arttıracağını açıklarken, Tahran da sınırlarını Afgan göçüne kapattığını duyurdu. Bir taraftan İran Kızılayı Afganistan sınırındaki vilayetlere sığınmacılar için geçici kamplar kurduğunu duyururken, İran İçişleri Bakanlığı yetkilileri bu tedbirleri yalanladı. İran’da özellikle reformcu kesim hükümetten Tahran’ın mazlumlara kollarını açmasını ve Afgan sığınmacılara izin vermesini talep ederken, yönetimin bu külfeti taşımak istemediği ve diplomatik kanallardan Afganistan’da istikrarlı bir hükümetin kurulmasını ve ülkenin bir an önce istikrara kavuşmasını telkin ettiği görülüyor.

SINIRDA ÖRÜLEN DUVARLAR

Afganistan kaynaklı göçün Türkiye-İran sınırında yapımına 2017’de başlanan duvar inşasını da hızlandırdığı görülüyor. Önceleri sınırdaki PKK faaliyetlerini engelleme, insan ve ticaret kaçakçılığı ile mücadele için inşa edildiği duyurulan duvarın yeni misyonu Afganistan’dan gelen göç dalgasına engel olmak. Bu krizin İran üzerinden sınırlara ulaşması ise Türkiye-İran ilişkilerine uzun soluklu bir Afgan göçü boyutunu da ekleyecek gibi duruyor. Türkiye, Afganistan’ı terk edenlerin Pakistan gibi komşu ülkelere sığınmasının altını çizerken, sürecin bu ülkelerle sınırlı kalamayacağı, ABD’nin müttefikleri ile daha fazla göçmene sınırlarını açmaları için yoğun temas içinde olduğu da görülüyor.

Dahası 534 km uzunluğundaki Türkiye-İran sınırına örülmesi planlanan 250 km’yi aşacak duvarın göç dalgasını ne denli sınırlayacağı da belirsiz. Bu bağlamda ABD-Meksika sınırındaki duvarın göçü engellemedeki başarısı da oldukça tartışmalı. Tam da bu nedenle, Göç uzmanlarının da altını çizdiği gibi, Türkiye, İran ve sınırlarını göçmenlere karşı adeta kale gibi koruyan Avrupa Birliği arasında yeni bir mutabakatın zarureti, Avrupa’nın daha çok sığınmacı alması veya Türkiye ile İran arasında da geri kabul anlaşması benzeri bir mekanizmanın ihtiyacı ortaya çıkıyor. 15 Ağustos’tan bu yana tanık olunan tablo ise her iki ülkenin de göçmenleri sınırlarına almadan göçü durdurmaya çalıştığını anlatıyor.

GÜVENLİK VE İKTİSADİ ARAYIŞLAR

Taliban idaresi altındaki Afganistan’ın güvenlik açısından öncelikli etkisinin İran’da hissedileceği iddia edilebilir. İran, güvenlik risklerini azaltmak ve sınırlarını korumak için Devrim Muhafızları birliklerini ve ordu güçlerini Afganistan sınırına yığmış durumda. Tahran, Selefilikten de beslenen Beluç kökenli Ceyş’ülAdl gibi örgütlerin Taliban’ın başarısından feyz almaması için teyakkuzda. Öte yandan, ABD’nin doğu sınırlarından çekilmiş olmasının İran’ın bölgedeki Amerikan varlığının son bulmasını arzu eden stratejisi adına oldukça olumlu bir gelişme olduğu not edilmeli. Nitekim Cumhurbaşkanı Reisi de yeni dönemin bölgedeki istikrarı destekleyeceğini umut ediyor. Ancak Taliban ile pragmatik ilişkilerin nasıl tesis edileceği de ayrı bir soru işareti. Neticede İran ve Taliban, 1998’de Mezar-ı Şerif’te öldürülen İranlı diplomatlar nedeniyle savaşın eşiğine gelmiş iki aktör. Dahası, Tahran, Afgan iç savaşında en büyük düşmanı ABD ile birlikte Taliban’a karşı Kuzey İttifakı’nı desteklemiş, bu gruplara askeri destek sunmuştu. Bütün bunlarla birlikte, İran’ın komşusunda hangi yönetim iş başında olursa olsun sürdürmeye çalıştığı politikasında tarihsel nüfuz alanı olan Herat’taki kültürel ve ekonomik faaliyetlerin devamı, sınır ticaretinin aksamaması, Helmand nehrinin Sistan-Beluçistan bölgesi için yaşamsal su kaynağı olmaya devam etmesi gibi siyasi, iktisadi ve ekolojik pek çok unsur yer alıyor. İran tam da bu nedenle yeni dönemi olabildiğince sorunsuz ve çıkar-temelli bir yaklaşımla yönetmeye istekli görünüyor. İran’da bazı siyasetçilerin ve medya kuruluşlarının Taliban’dan İslam Emirliği olarak bahsetmesi, Tahran’ın Afganistan içindeki diyalog sürecine ev sahipliği ve arabuluculuk yapma çabaları da ülke kamuoyundaki tepkilere rağmen bu pragmatik tutumu destekliyor.

TALİBAN İLE BATI ARASINDA BİR KÖPRÜ

Türkiye açısından bakıldığında Taliban ile Batı arasında konumlanan ve bu ilişkilere köprü vazifesi görmeye çalışan bir yaklaşıma rastlıyoruz. Kamuoyunda büyük tartışma yaratan Taliban ile benzerlik vurgusu, Taliban sözcüsünün Rusya, Çin ve İran ile olduğu gibi açıktan olmasa da Türkiye ile de iletişimde olduklarını duyurması, ülkenin yeniden inşa ve imarında Türkiye’yi davet eden mesajları hem yeni dönemin jeopolitik ve jeo-ekonomik sahalarını hem de Ankara’nın Amerika sonrası Afganistan’da faal olma hedefini gösteriyor. Öte yandan bu angajmanın Türkiye kamuoyunun laik kimlik ve kadın hakları temelli hassasiyetlerini ne kadar gözeteceğini de süreç içinde göreceğiz.

Afganistan’da mevcut süreç şimdilik 31 Ağustos’a kadar ülkeyi terk etmek isteyen sivillerin tahliyesi, Taliban’ın yeni rejim ve bileşenleri ile ilgili duyuruları ve ülkede iktidarın kuvvetle muhtemel zor aygıtlarının kullanımı ile tesis edilmesi üzerinden ilerleyecek. Yeni dönem Türkiye ve İran için Ortadoğu’da ve Kafkasya’da olduğu gibi Afganistan’da da rekabeti getirebilir, ancak özellikle göç ve sınır güvenliği konularında iş birliğini zorunlu kılacak uzun vadeli siyasi ve toplumsal krizleri unutmamak gerekir. Yeni dönem tüm pragmatik arayışlara rağmen pek çok aktör için büyük zorluklarla dolu. En büyük zorluğu ise topraklarında kalsın ya da kalmasın Afgan toplumu yaşayacak. Afganistan’da yeni yönetime tanınacak açık çeklerin, Taliban’ın insan hakları ihlallerine ve Afgan kadınlara yönelik katı ve çağdışı politikalarına göz yumma tehlikesini barındırdığı da unutulmamalı. Dr. Öğr. Üyesi Gülriz Şen

 

 

Taşlar yerinden oynadı, yeni dengeler oluşuyor

Prof. Dr. Kemal Bozay

BirGün Gazetesi, 26 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/taslar-yerinden-oynadi-yeni-dengeler-olusuyor-356475

Prof. Dr. Kemal Bozay

Güney Asya’nın Orta Asya ve Avrasya’ya açılan kapısı niteliğindeki 38 milyonluk Afganistan, jeo politik ve jeo stratejik önemi nedeniyle küresel güç merkezlerinin oyun sahnesine dönüşmüş durumda. 20 yıl önce ‘terör operasyonları’nın üssü olduğu gerekçesiyle Afganistan’ı işgal eden ve 15 Temmuz 2021 itibariyle bu ülkeden çıkan ABD için Taliban bir bahaneydi. Köln Uluslararası Yüksek Okulu Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Bozay’a göre ABD’nin çekilmesinin arka planında küresel yeni bir strateji söz konusu.

Amerikan emperyalizminin Afganistan’dan çekilmesi bu ülkenin küresel stratejisinde nereye oturuyor?

ABD öncülüğünde ve Alman ordusunun katılımıyla NATO birliklerinin 20 yıllık savaş ve işgalin ardından Afganistan’dan ani bir kararla geri çekilmeleri ülke açısından yeni bir kaosu beraberinde getirdiği bir gerçek. ABD ve müttefiklerinin Afganistan’da yeni bir ‘ulus-devleti’ oluşturma, insan haklarını güvence altına alma ve islamist tehlikeyi önleme gibi politikaları bir nevi iflas ettiğini bugün gelinen noktada daha iyi görebiliyoruz. Neticede NATO güçlerinin terk ettiği ülkenin faturası savaş sürecinde on binlerce sivilin öldürülmesi ve harap olmuş bir ülkenin tablosu. Dolayısıyla son haftalarda NATO’ya bağlı ABD ve Almanya devlet sözcülerinin şimdi Taliban’ın iktidarı almasından yakınmaları açıktan ikiyüzlülüktür.

ABD’nin bölgesel ve küresel stratejilerinde Afganistan ilk dönemler önemli bir yer oynadı. Burada Afganistan’ın jeo-politik önemine de dikkat çekmek gerekir. Afganistan genel tabloya baktığımızda büyük oranda az gelişmiş ülkeler arasında bulunmakta. Ülke genel hatlarıyla bir dizi siyasi, askeri ve ekonomik olarak daha güçlü komşu ülkelerle çevrili, fakat geleneksel olarak zayıf bir merkezi hükümete sahip olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde Afganistan’ı işgal eden ve ya değişik misyonlarla ülkeyi kontrol altında tutan emperyal güçlerde ülkede merkezi hükümetin zayıf kalmasına daima katkıda bulunmuşlardır. Dolayısıyla komşu ülkeler siyasi, ticari ve askeri destekle yola çıkarken Afganistan’da ivme kazanan savaşın değişik taraflarına güç vererek, ülkeye müdahale etmekle de geri kalmamışlardır. Bu noktada Afganistan bir nevi emperyal güçlerin arka bahçesi işlevini görürken, diğer taraftan bölgede çıkarları olan ülke ve güçler için bölgesel ve küresel çatışmaların mekânı olarak da yerini almıştır. NATO bünyesinde toplanan emperyalist güçler, çıkar politikalarını da gözeterek bölgede değişik aktörlerle işbirliği halinde hareket etmişlerdir.

Küresel politikalar bağlamında bir başka noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Son haftalarda NATO’ya bağlı emperyal güçlerin Afganistan’ı terk etmesinden bir kaç hafta sonra radikal İslamcı Taliban’ın iktidarı ele geçirmeleri bir trajediye benziyor. Taliban hareketinin ilk dönemler ABD ve NATO tarafından finanse edildi ve esas olarak Pakistan’daki askeri kamplarda eğitildiği bilinen bir durum. Bu hareketin desteklenme ve güçlendirilmesinin arkasında o dönemler Sovyetler Birliği tarafından desteklenen sosyalistlerin öncülüğündeki Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’nin zayıflatılması bulunmaktaydı. Dolayısıyla başını ABD ve NATO’nun çektiği ve Federal Almanya’nın desteklediği Afganistan politikasının arkasında insan haklarını güvence altına alma ve ülkede kalkınmayı sağlama fikrinden öte emperyalist çıkarlar öne çıkmıştır.

BÖLGESEL BİR STRATEJİNİN SONUCU

ABD’nin bütünlüklü, bölgesel stratejisinin bir parçası mı yoksa ‘tekil’ bir plan mı?

Aslında tablo ortada: NATO’ya bağlı ABD ve Almanya askerlerini gönüllü olarak Afganistan’dan geri çekmedi. Bu gelişmeyi dolayısıyla ‘tekil’ bir plan olarak değerlendirmek doğru olmaz. Açıktan bölgesel bir strateji olduğu kendini göstermekte, çünkü ABD ve müttefikleri açısında Afganistan’daki savaş uzun vadede ne kazanılabilir ne de finanse edilebilirdi. Bölge açısında küresel bağlamda boy gösteren değişimleri de görmek lazım. Bu noktada ABD ve müttefikleri Afganistan’a dönük stratejilerinde önceliklerini değiştirmek zorunda kaldılar. Örneğin 2017 yılında Çin bölgede ABD’nin yeni ‘Ulusal Güvenlik Stratejisi’ bağlamında ‘stratejik rakip’ olarak sınıflandırılmıştı. ABD ve müttefikleri şimdi Çin’in bir dünya gücü olmasını engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyor. Afganistan’da ve bölgede bulunan kuvvetlerin geri çekilmesinin arkasında, Pasifik’te bir nevi Çin’e karşı oluşacak yeni bir ittifakın oluşması ve duvarın örülmesi yatmaktadır.

Diğer yandan ABD’nin Afganistan’da geri çekilme stratejisi yeni bir gelişme değil. Aralık 2018’de Donald Trump hükümeti sürecinde Afganistan’da konumlanan ABD askeri güçlerinin azaltılması kararı alınmıştı, oysa bir yıl öncesinde Trump ‘Biz Ulus-Devleti kurmak için değl, terörist öldürmek için burdayız’ (‘Weare not nation-building again. We are killing terrorists’) ifadelerini kullanmıştı. Sonraki süreçte Trump politik rotasını değiştirerek Afganistan yükünün ABD’ye mali bakımdan pahalıya mal olduğundan yakınmaya başladı. Bu noktada Trump dış politika bağlamında bir değişime girdiğini söyleyebiliriz.

Irak’tan çekilme, Suriye’de yaşananlar, Filistin-İsrail planı, İran stratejisi, Libya, Yemen kararlarıyla birlikte ele alındığında büyük Ortadoğu-Avrasya tablosunda Afganistan’ı nasıl okumak gerekiyor?

Ortadoğu’da şekillenen yeni bölgesel dengeler politikası, özellikle Irak’tan çekilme, Suriye’de yaşanan gelişmeler, Kürt sorunundaki güncel yaklaşımlar, Filistin-İsrail çelişkisi, son olarak Afganistan’da yaşanan gelişmeler küresel alanda siyasal dengelerin bir yandan bir düzlem içerisinde gelişmediğini diğer yandan yeni dengelerde değişimlerin yaşandığını gösteriyor. Bunun arkasında kuşkusuz farklı gelişmeler söz konusu. Trump döneminde, ABD’nin Hindistan, Pakistan, İran, Çin ve Rusya ile olan ilişkilerinin gidişatında Afganistan’a dönük manevra alanı ağır bir yük oluşturuyordu. Örneğin, Rusya son yıllarda Taliban’a sınırlı da olsa askeri yardımlar sunmuştu ve bölgede sözde ‘alternatif’ barış diplomasisi bağlamında ABD’nin politikalarını engellemeye çalışıyordu. Bu bağlamda Kasım 2018’de Moskova’da ‘Uluslararası Afganistan Konferansı’ gerçekleşti ve Şubat 2019’da Afganistan’ın iç barış görüşmelerinde Rusya ‘ev sahibi rolü’ üstlenerek yeni diplomatik bir hamle attı. Öte yandan Afganistan’da esas olarak bir ekonomik yatırımcı rolünde kendini lanse eden Çin’de bölgeye daha fazla siyasi perspektiften bakmaya başladı. Örneğin Çin hükümeti 2015’ten beri Taliban ve Afgan hükümeti arasında arabuluculuk yaparken, 2018 yılından beri terörle mücadele amacıyla Badahşan eyaletinde bir Afgan askeri üssünün inşasını finanse etmekte. Yani bölgesel açıdan siyasal dengelerin düz bir noktadan gelişmediği, jeo-politik, ekonomik ve politik çıkarlar doğrultusunda yeni dengelerin ve değişimlerin geliştiğini görmek mümkün.

HER AKTÖR POZİSYON ALMA ARAYIŞINDA

ABD bundan sonraki hamlesi ne olacak?

ABD ve müttefiklerinin Afganistan’da insan haklarını güvence altına alma ve bölgede demokrasiyi getirme gibi bir misyonu üstlenmediğini aktüel gelişmeler açıktan ortaya çıkardı. ABD’nin küresel çıkarları bağlamında şuna dikkat çekmekte fayda var: Başını ABD ve müttefik Almanya’nın çektiği NATO güçlerinin Afganistan’daki 20 yıllık savaş politikalarının arkasında insan haklarını güvence altına alma çabası bulunmamaktadır. Bölgesel bağlamda burada askeri stratejik çıkarlar, ticaret ve hammadde yollarına erişim çabası ağır basmaktaydı. Küresel bağlamda ise, Rusya’ya karşı bir kuşatma politikası ve İran’da olası bir rejim değişikliğinin (Regime Change) güçlenmesi, bölgenin bu politikalara tabi kılınması ve emperyalist çıkarlara yönelik çelişkilerin ortadan kaldırılması öne çıktı. Örneğin Federal Almanya Cumhur Başkanı Horst Köhler 2010 yılında Afganistan bağlamında açıktan ‘Ekonomik çıkarları güvence altına almak için askeri operasyonlar gereklidir’ dediği ve egemen güçlerin bundan hoşlanmadığı için istifa etmek zorunda kalmıştır.

Bugün gelinen noktada Ortadoğu ve Avrasya bağlamında yeni bölgesel dengelerin oluştuğunu görmek mümkün. Burada Rusya, Çin ve İran yeni bir denge politikasında yerini almaya çalışıyorlar. Gerek ABD gerekse de Almanya bu konuda yeni dengeleri gözeten bir noktada hareket edecekleri görünüyor.

Gelecek hamleler konusunda ilk öneri Joe Biden tarafından geldi: “Diplomasimizin yeni bir düşünce değişimine ihtiyacı var.” Biden bu değişimin kilometre taşlarını pek oturtmamış. Fakat öne çıkan yeni denge politikalarını dikkate almak ve bölgesel çıkarları dengelemek oldu. Bu gelişme diyalog ve çözümden öte kuşkusuz yeni egemenlik ilişki ve çelişkilerini beraberinde getirecek.

Bütün bu tabloda Türkiye’yi bekleyen roller, tehlikeler neler?

ABD ve Almanya’nın Afganistan’da attığı politik hamleden sonra AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan gelişmeleri çıkarları doğrultusunda lehine çevirmeye çalıştı. Türkiye ordusu bir yandan NATO’ya bağlı ISAF misyonunun bir parçası olurken diğer yandan Taliban ile diplomatik kanalları da açık tuttu. Böylece Türkiye küresel Afganistan politikasında yeni bir rol üstlenmeye çalışıyor. AKP iktidarı yeni dış politikasında bir yandan ABD ile yıpranmış ilişkileri cilalamaya ve diğer yandan Türkiye’nin NATO ittifakı dışında artan bağımsızlığını güçlendirmeye çalışıyor. Zira Erdoğan yıllardır Afganistan’da, ortak İslami kökenleri nedeniyle Türkiye’nin diğer ‘batılı’ aktörlere karşı doğal bir avantajı olduğunu defalarca vurgulamıştı. Oysa Afganistan’da yaşanan savaş ve kriz yeni bir göç dalgasını da doğurdu. Türkiye sınırlarına doğru Afganistan’dan kitlesel bir mülteci akımı söz konusu. Türkiye topraklarında Suriye’den sonra Afganistanlı mülteciler ikinci büyük grubu oluşturmakta. Tahminen 300 bin Afgan Türkiye’de yaşamakta. Şimdiden görünen durum, yeni mülteci dalgasının Türkiye boyutunda hızla büyüyen ırkçılığa ve mülteci düşmanlığına ivme kazandıracağıdır. Prof. Dr. Kemal Bozay

 

 

Tarih tekerrür etmez AKP yanılıyor

Doç. Dr. Yunus EMRE

BirGün Gazetesi, 27 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/tarih-tekerrur-etmez-akp-yaniliyor-356601

AKP iktidarının Taliban’la görüşme hevesi, Suriye ve Libya’da çöken ideolojik dış politikaya yeni bir alan açmak için fırsat kolladığının göstergesi. Gelişmeler bir kez daha AKP’nin dış destekle iktidarını sürdürmesine imkan vermekten uzak. AKP’nin hatası tarihin tekerrür edeceğini ummak.

 

Doç. Dr. Yunus EMRE

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldiğinde uluslararası sorunlar ve dış politika konuları için “Amerika Geri Döndü” açıklamasını yapmıştı. Bu açıklama ABD’nin müttefikleriyle daha fazla diyalog kuracağı ve uluslararası meselelere daha fazla ağırlığını koyacağı şeklinde yorumlandı. Biden yönetiminin ittifaklara daha fazla önem verdiği sıklıkla gündeme getirildi. Önemli uluslararası sorunlara daha fazla ağırlığını koyduğunu söylemek ise zor. Bölgemiz bakımından Yemen’de Suudilere ABD desteğinin geri çekileceğinin açıklanması önemliydi. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ise yeni bir aşama oldu.

 

İlerleyen dönemde Irak’tan tamamen çekilmenin de gündemde olduğunu unutmamak gerekiyor. Belli bir aşamada Suriye sahasından çekilmeyi de sürpriz olarak karşılamamalı. ABD politikasında köklü dönüşümler yaşanıyor ve bu dönüşümlerin ülkemizi ve bölgemizi de yakından etkilemesi muhtemel. Bu yazıda ABD dış politikasında ve bölgemizde yaşanan gelişmelerin ülkemize olası etkilerini ele alacağız.

Yemen ve Afganistan konularında ABD’nin attığı adımlar yeni bir politikaya işaret ediyor olsa da Afganistan’da yaşanan gelişmeler “teröre karşı savaş” cephesinde Afganistan’ın adeta çökmesi ile büyük bir başarısızlığı ortaya çıkardı. Ayrıca bu başarısızlık “Demokrasi Konferansı” söylemiyle ortaya çıkan ve otokrasilere kesin tavır koyacağını iddia eden Biden yönetimi için dış politika ajandasında ciddi bir gerileme oldu. Yemen dosyasında alınan karar, İran ve İran destekli Husiler açısından olumlu sonuç yaratacağı yorumlarını beraberinde getirmişti. Biden yönetiminin Trump’ın terk ettiği İran’la nükleer anlaşma konusunu tekrar ele alması da sürpriz olmayacaktır. İran’la yumuşama bu aşamada mümkün görünmese de İran’la savaş çığırtkanlığının terk edildiği açık. Bu gelişmelerin ışığında şu yorumu yapmak mümkün: Biden yönetiminin demokrasi ve insan hakları temelli bir dış politika idealizmi yürüteceği iddiası sadece söylem düzeyinde kalacağa benziyor.

AFGAN DOSYASI

Afganistan bahsinde durum biraz daha trajik. Taliban’ın Kabil’e girmesiyle beraber Afgan Ordusu’nun birçok vilayeti savaşmadan Taliban’a teslim etmesi ABD’nin yirmi yıldır desteklediği ve eğittiği Afgan Ordusu’nun yeterli kapasiteye ulaşamadığını gözler önüne serdi. ABD’nin Afganistan’daki yirmi yıllık askeri varlığı ABD dış ve güvenlik politikası açısından bir hezimet olarak kayıtlara geçti. Afgan halkının karşı karşıya bulunduğu çaresiz ve güvensiz ortam daha korkutucu gelişmelerin bu ülkeyi beklediği endişesini yaratıyor. Afganistan için demokrasi umutları ortadan kayboldu ama en ağır maliyeti kadınların yükleneceği görünüyor. Bir yandan Afgan toplumunun geleneksel kurumları bir yandan Taliban’ın katı şeriat yorumu kadınların hayata katılımının önüne yeni engeller koyacak. Afgan Meclisi’nde yüzde 27 kadın kotasından kadınların evden çıkmalarının bile izne bağlı olacağı bir karanlık gidiş Afganistan’ı bekliyor.
Bu noktada Biden’ın “Afganistan’a ulus inşa etmeye gitmedik” açıklaması 20 yıldır ülkede bulunan ABD’nin ne yapmaya çalıştığı bakımından çelişkileri de ortaya koyuyor. Elbette ki uluslararası ilişkilerde bir başka ülkenin içişlerine karışmak prensip olarak eleştiri konusu olarak kabul edilse de Afganistan’da yapılanların bir ulusun inşasından çok bir ulusun çöküşüne hizmet ettiği bugün daha açıklıkla görünüyor.

AKP’NİN YANLIŞ POLİTİKASI

Taliban’ın Türkiye’nin resmen kabul ettiği Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla hakkında yaptırımlara gidilmiş terör örgütleri listesinde olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bunun yanında Taliban’ın Kabil’e girdikten sonra yaptığı Afganistan’da demokrasi için son ümitleri de söndüren şeriat kurallarına göre ülkeyi yönetecekleri vurgusunu da bir kenara not etmek gerek. İkisi bir arada değerlendirildiğinde Türkiye’nin kendisinin ve uluslararası camianın terör örgütü olarak kabul ettiği bir örgütle masaya oturabilmeyi dile getirmesi ve bunun için ılımlı mesajlar veriyor olması anlaşılması güç bir durumdur. Kaldı ki Taliban’ın demokrasi ve temel haklar ile özellikle kadın ve çocuk hakları konusunda sicili ortada iken Türkiye’nin masaya oturmadaki hevesi sadece Biden yönetimindeki ABD ile arayı yumuşatmaktan öte Suriye ve Libya’da iflas eden ideolojik temelli dış politikasına yeni alan açmak için bölgede fırsat kollamak olarak da değerlendirilebilir.

Bu konuda AKP’ye bir görev biçilmesinden çok AKP’nin görev üstlenmek için hevesli olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Bu da AKP’nin yeni vahim hatasıdır.

AKP’nin iflas eden, hamaset boca edilmiş ve ideolojik temelli dış politikası için yeni bir oyun alanı yaratmaya çalıştığı ortadadır. Tüm dünyanın kaygı ile izlediği gelişmeler karşısında Çin ve Rusya ABD’nin hezimetinden memnun olabilir. Ancak bu ülkeler Afganistan’daki gelişmeleri kendi dış politika ve güvenlik doktrinleri açısından değerlendirmekten de geri durmuyorlar. Çin’in ekonomik çıkarları ve ABD’ye karşı uluslararası arenada kendine daha güçlü bir yer edinme politikası açısından Afganistan’da etkin olmak istemesi beklenebilir ancak Çin’in kendi ülkesinde Müslüman azınlığa baskıları karşısında İslami terörizmin Afganistan’da beslenebileceği kaygısı gündemlerinin ilk sırasında. Rusya açısından da ABD’nin bölgeden ayrılması memnun edici bir gelişme olarak kabul edilebilir ancak eski Sovyet coğrafyasında oluşacak yeni bir terörizm dalgası konusundaki endişeleri Rusya için öncelikli konu.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin geçmişten gelen bağlar nedeniyle Afganistan’ı yalnız bırakmak istememesi anlaşılır ve kabul edilebilir. Ancak bunun meşru bir zeminde ve çatışmanın tarafı olmadan yapılması gerekmektedir. Güvenlik kaygılarının göz ardı edildiği, olaya tamamen ideolojik yaklaşıldığı bir ortamda Taliban ile anlaşma yollarının aranmasının ise kısa vadede olumlu sonuç vermesi mümkün değildir.

Taliban’ın bu dönemde uluslararası meşruiyet kazanma arayışında olacağı açık. Ilımlı mesajları bu açıdan değerlendirilse de Afganistan için demokrasi ve iyi yönetim umudu kalmadığı ortada. Türkiye’nin Afganistan’da büyük bir sorumluluk üstlenmesi ise Afganistan’ın Taliban diktatörlüğüne geri dönüşünde buna yardımcı olan bir ülke görünümüne düşmesine sebep olacaktır. Bu da hem tarihsel bağlar hem de uluslararası ilişkiler açısından Türkiye’nin zaten kötü olan imajını daha da kötü yapacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin 20 yıllık NATO misyonu sürecinde kendi lehine yarattığı imajı yine imkan ve kabiliyetleri ölçüsünde siyasi, ekonomik, askeri ve diplomatik çıkarları ile güvenlik tehditlerini iyi bir şekilde değerlendirerek sürdürmeye çalışması en doğru yol olacaktır. Ayrıca NATO misyonunun sona erdiği ortamda Mehmetçiğin Afganistan’da bulunması anayasamıza aykırıdır. Anayasada TSK’nın ne şekilde yurtdışında bulunacağı bellidir. Daha önce 18 aylığına kabul edilen tezkere NATO misyonu kapsamını kayıt altına aldığı için misyon bittiğinde askerimiz de geri çekilmesi gereklidir. Bu kapsamda askerlerimizin geri çekilmesi kararı geç kalınmış olsa da olumlu bir karardır. Yeni asker gönderme ise yeni bir tezkereyi gerektirir ve bu tezkere yine anayasada öngörülen uluslararası meşruiyet şartlarından uzak olacaktır. Hele yeni Afgan hükümetinin kabul etmediği şartlarda Mehmetçiği Afganistan’a göndermek askerlerimizin güvenliği bakımından çok önemli riskler oluşturacaktır.

AKP VE ILIMLI İSLAM

ABD-Taliban anlaşması ABD’nin Afganistan’dan çekilmesine buna karşılık Taliban’ın da uluslararası terörizmi desteklememesine dayanıyor. Bu denklemde tarafların Türkiye’ye ne kadar ihtiyaçları var? Bu sorunun yanıtını okuyucularımıza bırakmakla birlikte AKP’nin geçmişteki “ılımlı İslam” mazisini hatırlatmak gerekiyor. 11 Eylül saldırıları sonrasında AKP’nin yükselişinde ABD’nin etkisini ve küresel planda uygulamaya konulan “ılımlı İslam” stratejisini not edelim. Bu çerçevede bugün de AKP, Taliban’ın ılımlılaştırılması gibi bir misyona hevesli olabilir. Ancak bunun da boş bir hayal olduğunu belirtelim. Böylesi bir politika hem Taliban’ın öğretisi gereği imkansız hem de Batılılar çok uzun bir süre önce ılımlı İslam, radikal İslam ayrımını terk etti. İslamcı siyasal akımlar ve “ılımlı İslam” bir dönemde konjonktürel bir yükseliş yaşamış olsa da bugün büyük bir krizle karşı karşıya. Ayrıca ABD’nin Soğuk Savaş’ın sona erdiği evredeki gücünden ve nizam verici kapasitesinden çok uzakta olduğunu da görmek gerekiyor. Bu şartlarda ABD’nin taahhütlerine güvenerek Afganistan’da atılacak adımların ağır maliyeleri olacaktır.

Sonuç olarak AKP, Afganistan’ın işgaliyle başlayan özel bir konjonktürde iktidara gelmiş ve iktidara yükselişinde başta ABD olmak üzere dış destekler önemli bir rol oynamıştı. Bugün AKP’nin seçmen desteğinin gittikçe zayıfladığı ve ilk seçimde iktidarı kaybedeceği bir dönemdeyiz. Bu durumu yine dış destekle tersine çevirme ümidi AKP ileri gelenlerinde bulunabilir. Bu hayallerle avunabilirler. Ancak gerek Türkiye içinde gerek dışında yaşanan gelişmeler bir defa daha AKP’nin dış destekle iktidar sürdürme arayışına imkan vermekten uzak. AKP’nin vahim hatası tam da burada. Tarihin tekerrür edeceğini uman AKP’lilere Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i” eserindeki ünlü ifadesini hatırlatalım: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.” Doç. Dr. Yunus EMRE

 

 

Hegemonya restorasyonu yerle yeksan

Kamuran KIZLAK

BirGün Gazetesi, 27 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/hegemonya-restorasyonu-yerle-yeksan-356602

 Hegemonya çözülürken onu yöneten (emperyalist) akıl da zayıflıyor, niteliksizleşiyor. Biden çözülmeye başlayan ABD hegemonyasını restore etme iddiasıyla gelmişti. Fakat kaçarcasına çekilme o iddiasını Afganistan’a gömdü.

 

ABD yönetiminin Taliban’la görüşmeye başlamasının üstünden iki yıldan uzun bir zaman geçti. Son günlerde Kabil’de yaşananları gördükçe, konuyla ilgilenenlerin aklından sanırım “bu süre içinde çekilmenin ayrıntılarını ve sivillerin tahliyesini görüşmedilerse acaba ne konuştular?” sorusu geçiyordur. ABD’nin bu kadar hazırlıksız yakalanması, süreci yönetecek bir planının olmaması tarihe geçecek bir beceriksizlik örneği. Bu durum Amerika için ağır bir hezimet olduğu kadar ABD’ye her yere uzanan ve şeyi kotarabilen bir büyük akıl atfedenler için de anlaşılması zor bir durum. Bu konu dışında ne görüştülerse, ABD ne koşul öne sürdüyse veya ne talep ettiyse hepsi boşuna zaman kaybı sayılır. Çünkü Taliban’ın verdiği sözleri tutmayacağını ABD de bizim kadar iyi biliyor olmalı. Ne de olsa, her tonda ve renkte (siyasal) İslamcılar onun çocukları.

Biden yönetimi çözülmeye başlayan ABD hegemonyasını restore etme iddiasıyla gelmişti. Fakat Afganistan’dan kaçarcasına çekilme ve Kabil’den dünyaya yansıyan o yürek parçalayıcı görüntüler o iddiasını Afganistan’a gömdü. Dünyanın gözü önünde yaşananlar, ABD’nin yarı gerçek yarı efsane ve rivayetten oluşan o “büyük ve güçlü emperyalist devlet aklı”na sahip olmadığını hem Amerikan kamuoyuna hem de dünyaya gösterdi. Hegemonya çözülürken onu yöneten (emperyalist) akıl da zayıflıyor, niteliksizleşiyor. Şimdi dünya bu manzaranın bir beceriksizliğin mi yoksa umursamazlığın mı eseri olduğunu konuşuyor? Bence her ikisi de…

 

ABD, yenildi mi?

ABD’nin Afganistan’dan çekilirken sergilediği görüntü, arkasına bakmadan kaçan bir yenilmiş ordunun halini çağrıştırıyor. Buradaki bir askeri uzman durumu şöyle özetliyor: “Bir savaş bölgesinden önce siviller tahliye edilir. Asker ancak bundan sonra çekilir. ABD, Afganistan’da bunun tam tersini yaptı. Bütün askeri gücünü çekerek o bölgelerdeki sivilleri adeta düşmanlarının (Taliban’ın) ellerine teslim etti. Güvenliğinden sorumlu olduğu sivillere ‘bakın başınızın çaresine’ dedi.”

ABD, Afganistan’da kaldığı süre içinde, işgale karar verdiğinde açıkladığı hedeflerin hiçbirine ulaşamadığı gibi, orada beklemediği bir çıkmazla karşılaştı. ABD’nin geç de olsa anladığı ama itiraf edemediği gerçek, orada kurduğu zayıf ve kukla hükümetler-devlet aygıtı, Afganlardan oluşan ama bir ulusal ordu olmaktan uzak paralı askerler kalabalığı ve (artık içten bozulmaya yüz tutan) kendi ordusuyla orada bir savaş kazanamayacağı gerçeğidir. ABD, Afganistan konusunda yanıldı, hem de çok yanıldı. Tıpkı bugüne kadar anlı-şanlı akademisyen ve politikacılarının uydurduğu o büyük teoriler ve dünyaya Amerikan emperyalizminin çıkarlarına uygun yeni bir nizam vermeyi amaçlayan (Tek kutuplu dünya, Yeşil Kuşak, Ilımlı İslam, BOP vs) projelerde çuvalladıkları gibi. Bu açıdan bakıldığında, ABD yenildi. Fakat bu yenilgi askeri değil siyasi bir yenilgi -ki sonuçları bir askeri yenilgiden daha ağır olacak. Askeri açıdan ne zafer kazanabildi ne de yenildi. Sadece savaşı pat durumunda tutabildi, o kadar.

ABD, Afganistan’ı neden terk etti

11 Eylül 2011 saldırısından sonra, ABD, Afganistan’ı işgal etmeye karar verdiğinde amacı (isteyen strateji diyebilir) NATO’yu yeni “terörle mücadele gücü” konsepti çerçevesinde konsolide etmek ve uçak saldırılarıyla çizilen hegemonya karizmasını onarmaktı. Afganistan’ı ne Rusya’nın enerji havzaları ve nakil yolları üzerinde baskı/kontrol kurmak için ne de Çin’i sıkıştırmak için kullanmak gibi bir stratejiyle hareket ettiklerini sanıyorum. İşgalin başında açıkladıkları amaçlara ulaşılabilseydi -strateji başarılı olsaydı- Çin ve Rusya’ya karşı kullanmak için bu iki ülke/gücün dibinde bir Amerikan kuklası devlet kurabilirdi.

ABD’nin Afganistan’ı terk etmesinin iki temel nedeni olduğunu düşünüyorum: (1) Savaşı kazanamayacağını ve sağlam bir Amerikan kuklası devlet kuramayacağını anlamış olması. (2) Değişen emperyalist dış politika stratejisi.

Afganistan’ın ABD için stratejik bir önemi bulunmuyor. Bugünkü haliyle Afganistan, ABD’nin hiçbir işine yaramayan, aksine, ağır mali yük getiren ve askeri gücünü zayıflatan bir çıkmaz yol. Dolayısıyla, kendisi için stratejik önemi olmayan bir yer için para harcamak ve askeri güç bulundurmak istemedi. Şimdi o parayı ve askeri gücü, değişen dış politika stratejisine uygun olarak, Çin’i (ve Rusya’yı) çevrelemek, sıkıştırmak amacıyla kullanacaklar.

Özet olarak, olup biteni anlamak için moda deyimiyle “büyük resme bakıldığında”, aslında ABD’nin sarsılan emperyalist hegemonyasını yönetmeye çalıştığı görülüyor. ABD yönetimi içeride Amerikan rüyasının dışarıda ise hegemonyanın birbirine paralel olarak giderek gerilediğinin, belki de çöküşe doğru gittiğinin farkında ve işte bu gerilemeyi yönetmeye çalışıyor. Çin (ve Rusya’ya) karşı oluşturmaya çalıştığı ittifak ve Pasifik’e verdiği önem/öncelik ve yaptığı yığınak bu gerilemeyi yönetme çabalarından başka bir şey değil. Ayrıca, buradaki askeri uzmanlar ABD ordusunda da ciddi bir bozulmanın olduğunu, muharebe gücünden çok şey kaybettiğini ve bu bozulma durdurulamadığı takdirde kof bir güce dönüşme olasılığı bulunduğuna dair değerlendirmeler yapıyorlar.

 

ABD, geri dönebilir mi?

ABD’nin bölgeye geri döneceğinden söz edenler temel olarak iki tez ileri sürüyorlar: (1) ABD’nin Afganistan’ı başta Çin (ve Rusya) olmak üzere bölgeye istikrarsızlık yayan bir kaynak haline getirmek istediği (yani bölgeye İslamcı terör yayan bir üs olmasını sağlamak) ve (2) bunun sonucu olarak, Afganistan ve bölge iyice istikrarsızlaştıktan (ve haliyle insan hakları ihlalleri göz yumulamaz hale geldikten sonra) bölgeye kurtarıcı olarak döneceği tezi.

ABD’nin yukarıdaki paragrafta özetlediğim gibi bir “büyük akılla” hareket ettiğini veya strateji izlediğini ileri sürmek bence ABD emperyalizmine sahip olmadığı bir “büyük akıl” bahşetmek olur. Benim baktığım yerden ABD’nin Afganistan konusunda böyle büyük bir akılla hareket ettiğini veya strateji izlediğini gösteren bir emare yok. Belki “Neden biz uğraşıyoruz. Rakiplerimiz olan komşularının başına bela olsun, onlar uğraşsınlar” demiş olabilirler. O komşuları istikrarsızlaştırmak veya başlarına bela etmek için özellikle ayrıntılı bir strateji oluşturduklarını düşünmüyorum. Daha doğrusu, artık böyle bir strateji oluşturup uygulayabilecek kapasitesi olduğunu sanmıyorum. ABD emperyalizmi üzerine yazan-çizen ve konuşanların gözden kaçırdıklarını düşündüğüm nokta, hegemonya zayıflarken -hatta çözülürken- ABD emperyalizmini yeniden üreten o emperyalist devlet aklının da epeyce niteliksizleştiği ve gücünden çok şey kaybettiği. ABD emperyalizminin sonsuz kötülük potansiyeli olduğunu tabii ki biliyoruz; ama yapabilirlik başka bir şey. ABD, içten de çürüyor. Belki umut diye gelen Biden’ın veya ardılının elinde patlamaz; ama bu gidişin fazla uzun süreceğini sanmıyorum… ABD’nin bir türlü doğru anlayamadığı ve baş edemediği Çin de bu süreci kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyor.

ABD’nin Afganistan’a bir daha hangi nedenle olursa olsun dönebileceğini sanmıyorum. Ülkenin kim(ler) tarafından ve nasıl yönetileceği artık ABD’nin umurunda bile değil. Ayrıca, şimdi bütün Afganistan halkı ABD’ye düşman oldu, sadece Taliban değil.

ABD yanaşması taşeronlar

Amerikan yönetiminin bir nedenle Afganistan’la (veya Taliban’la) bir işi olursa, bunun için “Sahip! Senin işine yaramak istiyorum. Ne olur bana, senin gözüne girebileceğim bir görev bahşet, ne olursa olsun. Senin için hiç kimse benim kadar faydalı olamaz. Bana bir şans-görev lütfet. Ülfet etsek seninle ağyara ne” diye yaltaklanıp duran taşeronları kullanır; ama kendisi doğrudan işin içinde ol(a)maz. Sahibi için “Hulusi” niyet taşıyan böyle yanaşma ruhlu taşeronlar her emperyaliste nasip olmaz. Ben, geçmişte ABD’nin işine yaramak için yaltaklanan bir kişi biliyorum: Amerikan Başkanı Ronald Reagan’ın “Bu ahmak benden bile Amerikancı” diye alay ettiği (ve gözünü kırpmadan harcadığı) Filipinler devrik diktatörü Ferdinand Marcos.

Taliban’ın bildiği, dünyanın anlayamadığı…

Taliban yöneticileri adeta dünya medyasın starları haline geldiler. Her biri bir büyük TV kuruluşunun ekranından dünyaya ılımlı mesajlar veriyorlar (içeride ise bildiklerini okuyorlar). TV’lerde, basında gördüğümüz o ılımlı-aklıselim mesajlar vermeye çalışan yöneticiler Taliban’ın sadece bir kanadını (ve kendilerine çok yakın olanları) temsil ediyorlar ve söyledikleri de sadece o kanadı bağlayacaktır. Bu ılımlı mesajlar dünyadan kabul görme isteğine bağlanıyor. Buralarda Taliban’ı böyle mesajlar vermeye mecbur eden bir diğer olasılıktan söz ediliyor. Eli kulağında sayılabilecek bir “Gerçek İslam bu değil” kavgasında dünyayı hesaplaştığı rakiplerine karşı kendi yanında görme arzusundan…

Ben Taliban’ın siyasi ömrünün uzun olmayacağını düşünenlerdenim. Burada benim gibi düşünenlerin sayısı az değil. Gerekçelerimi uzun uzun yazmak yerine aşağıda birkaç maddeyle özetleyeceğim:

  1. Kurulan derme çatma devlet yapısı ülkeyi idare etmeyi beceremeyecek.
  2. Siyasi birlik sağlayan bir hükümet kurulamayacak.
  3. Uygar dünya tarafından tanınmamak ülkeyi ekonomik olarak bitirecek.
  4. Muhalefet güçlenecek ve uygar dünyadan uluslararası destek bulacak.
  5. Uygar dünyanın dışlayıcı tavrı nedeniyle Çin (ve Rusya), Taliban’la ilişkilerinde dikkatli ve mesafeli olacak.
  6. Taliban’ın ılımlı görünme çabaları ve olası zikzakları bir iç hesaplaşma, “Gerçek İslam bu değil kavgası” başlatabilir.

Pakistan yönetiminin Taliban yöneticilerine kendi rejimleri gibi bir (Ilımlı!) İslami yönetim suflesi verip durduğuna dair bilgiler alıyoruz. Böyle bir İslami rejimin Taliban’ın yarısından fazlası için kabul edilemez, İslam dışı bir yönetim olarak görülme olasılığı çok yüksek. Taliban’ın “yeteri kadar İslami olmayan böyle bir şeriat rejimine” tav olması durumunda örgüt içinde (ve birlikte savaştıkları yabancı örgütlerle) bir “Gerçek İslam bu değil” hesaplaşmasının başlaması kaçınılmaz görünüyor (ekonomik tükeniş de bunu hızlandıracaktır). Bugün o ılımlı mesajları veren örgüt işte bu gerçeği görüyor ve olası bir iç hesaplaşmada dünyanın kendi yanlarında durmasını sağlamak için yatırım yapıyor.

Çin açısından durum

Çin’in bugüne kadar izlediği uluslararası ilişkiler-dış politika felsefesini önceki yazılarımda “ekonomik ilişkiler aracılığıyla ülkeler arasında ilişkileri ilerletmek ve kalıcı hale getirmek (ve stratejik ilişkilere evrilmesini sağlamak)” olarak özetledim. Bu politika görece de olsa istikrar ve yeterli güvenlik sağlayabilen bir devlet yapısının olduğu koşullarda iş görüyordu. Fakat Çin, bu defa bu politikanın yetersiz kaldığı belki de tıkandığı bir durumla karşı karşıya. Bu kez siyasi olarak bir şekilde müdahil olmadığı takdirde ekonomik ilişkiler de kuramayacağı bir sorunla karşı karşıya. Önünde başlıca dört ciddi gerçek-sorun duruyor:

  • Ortada bir devlet yapısı yok ve olacağı da kuşkulu.
  • Kurulacak hükümetin yönetebilme becerisine sahip olup olamayacağı, istikrar ve güvenlik sağlayıp sağlayamayacağı belirsiz.
  • Dünyanın uyguladığı siyasi ve ekonomik ambargoyu delmek Çin’e de bedel ödetebilir.
  • Kabil’den dünyaya yayılan o yaralayıcı görüntüler ve kadınların feryadı Çin kamuoyunu ÇKP’nin (olası) Afganistan politikasının aleyhine çevirdi. Yaşanan can pazarını izleyen ve kadınların konuşmalarını dinleyen Çinliler sosyal medyada Çin yönetimini adeta topa tuttular. Çin sosyal medyası “Biz bu barbarlarla mı işbirliği yapıyoruz/yapacağız. Ülkemin bunlarla ilişki kurmasını istemiyorum. Ülkemin bir kuruşunun bile bu barbarlara gitmesini istemiyorum” diyen mesajlarla yıkılıyor.

Çin’in (ve Rusya’nın) korkusu oluşacak bir istikrarsızlığın büyüyüp bir iç savaşa dönüşme ve Pakistan’ı da önüne katarak bütün bir bölgeyi istikrarsızlığa sürükleme olasılığı. Çin’in Taliban’a hayırhah bir gözle bakmasının tek nedeni bu endişe. Taliban’a dünyanın gözü önünde açıktan verdiği mesaj “Bütün ülkeyi temsil eden siyasi birliği sağlayın, istikrar ve güvenliği tesis edin. Ekonomiyi dert etmeyin, Çin yanınızda” olarak okunabilir.

Yeri gelmişken belirteyim: Çin’in Şincan-Uygur bölgesi hakkındaki endişeleri fazla büyütülüyor hatta temel gerekçe olarak gösteriliyor. Bölge hakkında az-çok bilgisi olan biri olarak Çin’in bu kadar abartılı bir endişe taşımadığını söyleyebilirim; sadece her zaman olduğu gibi, sorunun gözden kaçmasına fırsat vermeyecek kadar dikkatli. Çin’e atfedilen bu abartılı endişe değerlendirmelerinin aslında bölgeye dışarıdan bakanların (özellikle Çin karşıtlarının) “Çin’i zayıflatacak bir sorun bulma/çıkarma” umudu olduğunu söyleyebilirim. Çin-Afganistan sınırı Uygur bölgesinde yer alan Vahan (Wakhan) koridoru boyunca (90km kadar) uzanır. Burası Çin’in çok rahatlıkla kontrol edebileceği bir bölge. Yani buradan radikal İslamcı Uygurların sızması mümkün değil. Şincan içinde ise artık ne radikal köktendinci terörü örgütleyecek ne de hortlatacak kişi ve yapılar kaldı. Ya hapisteler ya da ülkeden kaçtılar. Çin, aslında Kuşak ve Yol projesinin zarar görmesinden endişe duyuyor. Oluşacak bir istikrarsızlık projeye bütün bir orta-iç Asya’da büyük zarar verir.

Afganistan için Taliban yönetimiyle sadece Çin, Pakistan ve Rusya üçlüsü anlamlı bir şeyler yapabilir. Bunlar dışında, kimin aracılığıyla ve kimin adına olursa olsun elini uzatmaya çalışan herkesin eli yanacaktır. Zira ülke birilerinin nüfuz sağlama ihtiraslarını kaldırabilecek durumda değil.

Ortam bu kadar belirsizken ve Afganistan içinde atmosfer fazlasıyla bulanıkken “Çin bölgede ne amaçlıyor, Çin-Rusya nasıl bir strateji izleyecek, Çin-ABD ilişkilerine nasıl etkisi olacak, ABD-Çin ilişkilerinde nasıl sorunlar çıkarabilir vs” üzerine konuşmak ya (boşuna) zihinsel antrenman ya kâhinlik ya da boş konuşmak olacaktır. Sanırım şu anda kimse ne yapacağını, hangi adımları atacağını tam olarak kestiremiyor, Taliban bile…

 

IŞİD-Horasan, Taliban, Selefizm ve emperyalizm

HAKAN GÜNEŞ

BirGün Gazetesi, 28 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/isid-horasan-taliban-selefizm-ve-emperyalizm-356744

Selefi cihadizminin tarihselliğini, emperyalizmle ilişkilerini ve yapısallığını anlamadan, Taliban ve IŞİD-H’yi var eden koşullara itiraz etmeden ne kızların geleceği ne de asgari insan haklarının tesis edilmesi mümkün olacak. Tarih birebir tekerrür etmiyor ama bazı yapısallıklar yeniden karşımıza çıkıyor: Son 20 yılda tanık olduğumuz El Kaide-IŞID yol ayrımının, Taliban-IŞİD-Horasan ilişki ve mücadelesini anlamak için yaşananlara bakmak gerek.

 

IŞİD-Horasan adlı örgüt Kabil’de bombalar patlattıkça Taliban’a hayırhah bakanların sayısı artıyor gibi. Oysa aynı müfredatın talebeleri bunlar. Selefi cihadizminin tarihselliğini, emperyalizmle ilişkilerini ve yapısallığını anlamadan, Taliban ve IŞİD-H’yi var eden koşullara itiraz etmeden ne kız çocuklarının geleceği ne de asgari insan haklarının tesis edilmesi mümkün olacaktır.

İNGİLİZ KOLONYAL MİRASI OLARAK SELEFİZM

18 yüzyıl ortalarında Osmanlı egemenlik sahasının kapsayamadığı Arabistan’ın Necd bölgesinin hâkimi olan Suud aşireti yeni selefi ideoloji ve ilahiyatın kurucusu Muhammed ibn El-Vahhab ile ittifak ederek egemenliğini pekiştirmiş, zaman zaman bölgesini genişleten bir aşiret beyliği olmuştu. Ancak Suudlar bu ittifakın asıl sonuçlarını Osmanlı’nın dağılması sürecinde toplayacaktı. İngilizlerin desteklediği hareket Abdülaziz ibn Suud liderliğinde Birinci Dünya Savaşı arifesinde Vahabi akımın yeni temsilcilerinden Faiysal El-Derviş ile ittifak ederek etki sahasını hızlıca arttırmaya başladı. Faysal el-Derviş’in Vahabi örgütünün adı İhvan idi. Osmanlı’nın bölgedeki yerel müttefikleri de Dünya Savaşı ortasında taraf değiştirerek İngilizlerle işbirliğine girdi. Osmanlı bölgeyi kaybettiğinde Vahabi-Suud’lar Necd’de krallık ilan etti. Hicaz’da ise İngiliz destekli Vahabi olmayan krallık bir süre yaşayabildi. Suudlar Vahabi İhvancıların desteği ile 1925’de Hicazı tamamen ele geçirdiler. Necd Kralı ibn Suud kendisini 1926’da Hicaz ve Necd Kralı ilan etti.

Buraya kadar kısa ve genel bir siyasi tarih anımsatması yaptık. Ancak bu andan itibaren yaşananlar bugün Afganistan’da, yakın zamanda Suriye ve Irak’ta ve genel olarak siyasal İslamcı hareketler dünyasında yaşanan bölünme, yeni oluşumlara gitme süreçlerini anlamak için önemli. Tarih birebir tekerrür etmiyor ama bazı yapısallıklar yeniden ve yeniden karşımıza çıkıyor: Son 20 yılda tanık olduğumuz El Kaide-IŞID yol ayrımının, Taliban-IŞİD-H ilişki ve mücadelesini anlamak için 100 yıl önceki deneyime bakmak çok şey anlatabilir.

Hicaz’ı Faysal El Derviş’in vahabi militan kardeşlik (İhvan) savaşçıları yardımıyla ele geçiren Suudlar diğer İngiliz Arap mandaları ve bölgelerine yönelik bir hareketten kaçındılar. Faysal ve vahabi savaşçıları Kuveyt, Irak ve Ürdün gibi İngiliz kontrolündeki sahalara yönelik eylemlere başlayınca İngilizlerle karşı karşıya kalan vahabi kral (Abdülaziz Suud) bir yol ayrımına geldi. Aralarındaki 2 yılı aşan bir mücadeleden Suudlar galip çıktı. Faysal ve yakınındakiler İngilizlerin Suudlara sağladığı yeni silahlar karşısında çok ağır ve sert bir yenilgi ile tarihe gömüldüler.

Faysal El Derviş’in Abdülaziz İbn Suud ile yaşadığı yol ayrımı birçok açıdan El-Kaide-IŞİD ayrımına ya da en son karşımıza çıkan Taliban-IŞİD-H ayrımına benziyor. Zira aralarında ilahiyat görüşü bakımından yahut hâkim oldukları topraklarda izlenecek sosyal, kültürel yahut ekonomik siyasetin şeriatı bakımından önemli bir farklılık yoktur. Aralarında bir temel fark mevcuttur: Kendi sahları dışındaki Batı hedeflerine saldırıp saldırmamak olarak özetlenebilecek yahut hilafeti ya da emirliği dünyaya yaymanın hızı ve taktiği konusunda bir ayrım olarak resmedilebilecek bu ayrışma ve mücadele kendini yeniden ve yeniden üretiyor.

Faysal El-Derviş çizgisi yıllar sonra Suudi Arabistan’da yeniden sansasyonel bir eylemle gündeme gelecekti: Cuheyman el-Uteybi liderliğinde eylemci/radikal vahabilik Mekke’ye baskın düzenlemiş, Mescid-i Haram’daki cemaati rehin almıştı. Fransız özel timlerinin yardımı ile bastırılan ve liderleri idam edilen grubun talepleri kendi ilan ettikleri Mehdi’ye (Uteybi’nin Kayınbiraderi) biat edilmesi ve ülkedeki yabancı asker, ve şirketlerin varlığına son verilmesi idi.

15 asırlık İslam tarihinde ve Müslüman ağırlıklı geniş coğrafyada tarih boyunca son derece marjinal olan bu çizgi ancak 1990 sonrasında popüler hale geldi. Üstelik “ılımlı” Suudi vahabizminin finansmanı ile. ABD’nin Yeşil Kuşak projesi ve İngilizlerden devraldıkları selefi anlayışı gerekli yerlerde kullanma birikimi bu popülerleşmenin altyapısını 1970-80’ler boyunca örmüştü. Soğuk savaş bittiğinde bu gruplara duyulan ihtiyacın azalması ile bu grupların içinden radikal eğilimlerin çıkarak sadece kendi ülkelerindeki sıradan insanlara değil, bin Ladin liderliğindeki El-Kaide örneğinde olduğu gibi Batı askeri, ekonomik ve diplomatik hedeflerine de saldırmaya başlaması ile yolar bir kez daha ayrıldı.

Batı’nın emperyalist merkezleri kendilerine saldırmayanları ılımlı diğerlerini radikal olarak kodladılar. Teknik olarak doğru bir kodlama. Ancak birçok yanılsamayı beraberinde getiren bir adlandırma bu. Aralarında dünya görüşü, ilahiyat ve uygulanacak şeriatın özellikleri bakımından bir ılımlılık radikallik mevcut değildir.

Bugün Afganistan’da önce Mücahidler koalisyonunu ardından Taliban’ı yaratan, ardından Taliban ile savaşa giden ve nihayet Taliban’la kendisine saldırmaması karşılığında anlaşan Batı’nın yaklaşımını anlamak için bu süreci özetlemek gerekti.

Yine Taliban’dan kopan ve Pakistan merkezli başka radikal eğilimler ve gruplarla birleşerek oluşturulan, ardından Özbek, Çeçen, Uygur vb yabancı militanların da katılmasıyla genişleyen IŞİD-Horasan örgütünü de bu tarihsellik içine yerleştirmek gerekir.

PAKİSTAN’IN KORKUNÇ ROLÜ

İngilizlerin bir başka koloni sahası olan Hindistan’da Deobend şehrinde 1880’lerde kurulan ve selefizmin-vahabizmin Hint alt-kıtasındaki bir benzeri olarak ortaya çıkan Devbendiye (Diyobendiye diye de okunabilir) okulu içinde süreç içinde ortaya çıkan gelişmeler Arabistan’da meydana gelenlerle önemli benzerlikler taşıyor. Elbette farklılıklar da. Zira Suud hanedanı resmen vahabizmi benimsemiş iken Devbendiye’yi tüm bölgenin başına bela haline getirecek olan (İngilizlerden sonra) Pakistan sözde seküler ordunun vesayetindeki bir yönetim olarak biliniyor.

Hindistan’ın bağımsızlığı sürecinde Hint Müslümanlarının Pakistan devleti çatısında toplandığı düzenlemelerin geriye çatışma bırakacak en önemli kısmı Keşmir bölgesi ile ilgili idi. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Keşmir’in Hindistan’a bırakılmasını asla kabul etmeyen Pakistan yönetimleri öncelikle burada ulusal hareketi desteklediler. 1970’ler birlikte ise Pakistan merkezli hale gelen Devbendiye medreseleri, özellikle onun Hakkani kolundan çıkan isimler çeşitli siyasi-askeri oluşumlar ile Keşmir davasına sarıldılar. Keşmir’de palazlanan süreç Afganistan’ın solcu Demokratik Cumhuriyet olması ile yeni bir safhaya girdi. Selefi olmayan mücahit grupları hatta siyasal İslamcı olmayan aşiret beylerinin yanında ABD özellikle radikalleri destekledi. Operasyonu ABD ve Pakistan yönetti. Finansmanı Riyad ve Körfez başkentlerinden geldi.

O tarihe kadar marjinal bir dini yaklaşım iken Devbendiye, özellikle Hakkani tarikatı şebekesi bambaşka bir güce erişti. Bölgedeki geleneksel İslami geleneklere saldırdı, din adamlarını öldürdü.

Bugün Kabil’de bombalar patlatan, Taliban’ın kurmaya çalıştığı karanlık düzene bile itiraz eden zihniyet 15 asır boyunca yüzde 1’lik bir varlık bile gösterememiş bir dini yorumdur. Afganistan’ın geleneksel dini anlaşışına da aykırıdır, Afgan halkının fırsat buldukça çiçeklenen özgürlük anlayışına da.

Şimdilerde yaygınca servis edilen IŞİD-H’yi gösterip Taliban’a razı etme yaklaşımının tuzağına düşmemek gerekir. Keza selefi ideolojinin resmi müfredat haline getirilip yaygınlaştırılmasının IŞİD-H’den bile tehlikeli olduğunu anımsamak gerekir: 3 ya da 6 bin kişilik IŞİD-H ile mücadele 40 milyonluk Afgan halkının çocuklarına zorla öğretilecek selefizmle mücadeleden daha zor değildir.

ÇIKIŞ ELBETTE VAR!

40 yıldır ne huzur ne refah ne de sulh yüzü görmemiş Afganistan halkı kendi göbeğini kesecek basirettedir. Yeter ki kedinin fareyle oynadığı gibi bu halkın evlatlarını bir o selefi örgüte, bir bu selefi örgüte sevkeden emperyalist müdahaleler olmasın. Uluslararası kamuoyuna düşen kendi ülkelerinin bu karanlık oyundaki kirli rollerine değinmesi, bunu teşhir etmesi ve giderek bir yaptırım yaklaşımı geliştirmesidir.

Selefi ideolojiye verilen destek kesilirse, Suudi vahabi şebekelerine, Pakistan’ın Hakani şebekesine verilen destek kesilirse bir yılda değilse bile 10 yılda sorunun yarısı çözülmüş olur.

Evet bu kadar basit ve bu kadar zor. Hakan Güneş

 

İmparatorluklar mezarlığı

İbrahim Varlı

BirGün Gazetesi, 28 Ağustos 2021

https://www.birgun.net/haber/imparatorluklar-mezarligi-356751

Afganistan’ı anlamak için “imparatorluklar mezarlığı”ndan daha iyi bir tanımlama olamaz. Tarihinin her döneminde büyük güç merkezleri arasında “tampon” işlevi gören Güney Asya’nın bu yoksul ülkesinden son olarak Amerikan emperyalizmi tası tarağı toplayıp çekilmek zorunda kaldı. Avrasya hinterlandında paha biçilemez bir jeo stratejik öneme haiz olan Afganistan’a giren güçlerin bu çetin coğrafyayı ilk olarak 20. yüzyılın başlarında İngiliz emperyalizmi terk etmişti. 1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği, 21. yüzyılın içinde bulunduğumuz ikinci on yılında ise Amerika ayrıldı.

George W. Bush’un 7 Ekim 2001’de “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” adı altında başlattığı işgalin 15 Ağustos 2021 tarihi itibariyle fiilen sona ermesi haliyle taşları yerinden oynattı. “Başka bir nesil Amerikalıyı Afganistan’da savaşa göndermeyeceğim” sözleriyle “sonsuz savaş”ı bitireceğini ilan eden Joe Biden yönetimindeki Amerikan emperyalizmi kendisinden beklendiği üzere çekilirken de yeni kaosun tohumlarını ekti.

***

Yirmi yıllık işgal boyunca ülkeyi adeta harabeye çeviren ABD’nin ülkenin anahtarını köktendinci Taliban’a teslim ederek çekilmesi yeni jeo politik denkleme yol açtı. ABD’den doğan boşluk bölgesel ve küresel güçleri yeni arayışlara sürükledi. Rusya’dan Çin’e, İran’dan Pakistan’a, Tacikistan’dan Özbekistan ve Hindistan’a bütün ülkeler Selefi/Vahabi vandalizme karşı teyakkuzda. Çin ile Rusya arasında konumlanan Afganistan’ın köktendincilere bırakılmasının arka planına dair çeşitli senaryolar, tezler söz konusu.

Taliban rejiminin gerici yönetimi altında Afganistan belirsiz bir geleceğe doğru yol alırken, buradaki istikrarsızlığın bütün bir bölgeyi içine çekme ihtimali yüksek. Güney ve doğuda Pakistan, batıda İran, kuzeyde Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan ve uzak doğuda Çin ile çevrili her türlü istikrarsızlık bu ülkeleri de derinden etkileyecektir.

***

Taliban rejimine karşı ülkenin kuzeyinde direniş hareketleri başlarken IŞİD gibi radikal İslamcı hareketler de yeniden sahneye çıkmaya başladı. IŞİD-Horasan (IŞİD-H) örgütünün Kabil Havalimanı’na yönelik saldırısı ülkenin radikal İslamcı yeni bir hesaplaşmaya veya en azından çatışmaya sürükleneceğinin sinyallerini veriyor. Her türlü istikrarsızlık da kimselerin olmasa da ABD’nin işine geliyor.

Afganistan’ın nasıl adım adım bu hale getirildiği sır değil. Emperyalist barbarlık, dinci gericilik ve aşiretler, cemaatler arasında sıkışan ülke ABD emperyalizminin Yeşil Kuşak projesinin yetiştirmesi köktendincilerin eliyle yeni bir yıkıma sürüklendi. İnsanlığın tüm ilerici birikimine düşman Taliban köktendinciliği altında yaşamak zorunda kalan Afganistanlıların yaşamak zorunda kaldıkları bir insanlık utancı olarak şimdiden tarihe not düşüldü. “Ilımlı”sından “radikal”ine siyasal İslamcılığın her tonunu kendi çıkarları için kullanan ABD emperyalizminin şişesinden çıkardığı “Taliban” kendisine biçilen misyonu layıkıyla yerine getiriyor.

Afganistan özelinde yaşanan gelişmeleri anlamak için hazırladığımız ve altı gün süren yazı dizimiz boyunca ne, neden oldu, ne olacak sorularına yanıtlar üretmeye çalıştık. Birbirinden değerli uzmanlar ve akademisyenler Afganistan’da yaşananları ve yaşanacak olanları kaleme aldı. ABD’nin çekilmesinin bir “yenilgi” mi yoksa planlı, programlı yeni bir strateji mi olduğunu çözmeye çalıştık. İbrahim VARLI

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir