Bir emek mücadelesi olarak ekolojik aktivizm_ MERT KARACA_ BirGün Gazetesi Pazar eki, 06 Haziran 2021

Bir emek mücadelesi olarak ekolojik aktivizm-1
MERT KARACA
BirGün Gazetesi Pazar eki, 06 Haziran 2021
https://www.birgun.net/haber/bir-emek-mucadelesi-olarak-ekolojik-aktivizm-2-348192
MERT KARACA
Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyolojik ve siyasi tarihinde çeper -merkez yahut daha gündelik kullanımıyla kır- kent ikiliği göz ardı edilemez olgulardan biri olmuştur. Bu ikilik emperyalist Batı medeniyetleri için feodalitenin yerini tamamen kapitalizme bırakmasıyla birlikte, yani 18. yüzyılın sonlarından itibaren, etkisini hissettirmeye başlamış olsa da Anadolu coğrafyasındaki karşılığı Cumhuriyet’le birlikte gelen endüstrileşme ve göç olgularıyla birlikte kendine yer bulmuştur. Özellikle çok partili döneme geçişle birlikte DP iktidarı ve onun siyasi mirasçıları -ki bu günümüzdeki AKP iktidarına kadar uzatılabilir- hep bu ikilik üzerinden tartışılmış ve sözüm ona kırsal muhafazakârlığın kentteki ilerlemeci harekete karşı politik galibiyeti olarak yorumlanmıştır. Cumhuriyet tarihi çalışılırken en sık yapılan hatalardan biri de budur. Emeği formülden çıkararak ilerlemeciliği ve demokratikleşmeyi Batı değerlerine indirgeyen bu anlayış siyaseti şehre hapsetmiş, neoliberalizmin ve bireyciliğin güçlenmesine ön ayak olmuştur.
Bu ikiliğin emek hareketiyle kesişimi birçok alanda tartışılabilir. Fakat bu yazıda daha çok odaklanacağım konu gerek Türkiye gerekse dünyada güncelliğini ve etkisini koruyan çevre politikaları ve ekoaktivizm üzerine olacak. Burada asıl tartışacağım şey çevre mücadelesinin algılanışı ve uygulamaları bakımından kırsaldaki emekçilerle kentteki orta sınıfın hangi düzlemlerde ve ne düzeyde ayrıştığı özelinde şekillenecek. Buradan hareketle ana akım, popüler çevre mücadelesine alternatif olarak emek temelli bir çevre mücadelesinin nasıl ortaya konulabileceğine dair fikirlerimi beyan edeceğim. Bu doğrultuda çevre mücadelesine dair hatırlanması gereken üç karakteristik özellik mevcut: (1) İklim krizi ve ekolojik tahribat kapitalizme içkin olgulardır, (2) çevrenin politikleşmesi tarihsel olarak kırsala aittir, (3) popüler ekoaktivizm mücadelesinin en büyük işlevi yeni pazarlar açmaktır.
Kapitalizm ve çevre tahribatı arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi daha iyi anlamak için öncelikle tartışmamız gereken bazı kavramlar var. Bunların başında rekabet geliyor. Rekabet kapitalizmin temel dinamiklerinden biri olsa da sadece kapitalizme özgü bir olgu değil. Materyal kazançlar uğruna yaratılan birçok inanışın ve yapılan birçok savaşın temelini rekabet oluşturuyor. Bu kavramın dayandığı en büyük argüman ise doğal kaynakların sonlu, insanların arzularının ise sonsuz olduğu iddiası. Bu da “Gücü yeten gücü yettiği kadar kendini kurtarsın” anlayışının filizlendiği zemini oluşturuyor. İşte çevre tahribatının kapitalizmle iç içe geçtiği nokta da tam olarak burası. Gerek ilk çağlardan beri süregelen rekabet anlayışı gerekse aydınlanma ile birlikte ortaya çıkan bireycilik sermaye sahiplerinin kendi çıkarları doğrultusunda doğaya karşı işledikleri suçları meşru gösteriyor. Yaratılan kitlesel algıyla birlikte, eğer kapitalist üretim biçimi olmazsa bugün bu vahşi doğa ve onun sınırlı kaynakları nedeniyle birçoğumuz hayatta kalma mücadelesinde dezavantajlı konuma düşeriz inanışı yaygınlaştırılıyor. Çevreye gelecekte telafisi mümkün olmayan hasarlar veren kişilerse onu ehlileştirdiği ve insanlığın hizmetine sunduğu düşüncesiyle kahramanlaştırılıyor.
Bu da bizi üzerinde durmamız gereken ikinci kavrama getiriyor: Kâr odaklılık. Neoliberal devlet politikalarıyla dokunulmazlık kazanan sermaye sahipleri, kapitalist üretim biçimi içinde kendilerine ait “kâr için her yol mubahtır” rolünü rahatça oynayabiliyorlar. Bunu yaparken de gelişim, ilerleme, yatırım gibi kisvelerin arkasına saklanmaktan imtina etmiyorlar. Kapitalizmin ideolojik aygıtları olan devlet, eğitim, din, aile gibi kurumlar bu tahribatı meşrulaştıran “Her şey insan için var”, “Her yere fabrika açarsak çok güçlü oluruz”, ya da “Ama o da bir sürü insana istihdam sağlıyor yavrum” gibi klişeleşmiş ama herhangi bir bilimsel, iktisadi ya da ahlaki temeli olmayan değerleri halka empoze ederek suni bir rıza yaratıyorlar. Aslında günün sonunda gerçekleşen şeyse birçok doğal kaynağın tahrip edilmesi ve birçok insanın emeğinin sömürülmesi sonucu birkaç kişinin zenginleşmesinden başka bir şey olmuyor.
Çevre sorunuyla doğrudan ilintili olan bir diğer husus ise üretim. Birçok klasik iktisatçı üretimi insan emeği yoluyla doğanın dönüşmesi olarak tanımlar. Marx bu tahlilleri ileriye taşır ve üretimin kapitalistin peşinde olduğu kârı getiren artık değerin ortaya çıktığı aşama olduğunu gösterir. Tüm bunları çok basit bir şekilde ifade edebiliriz: Üretimin artması demek insan emeğinin sömürüsünün, doğanın tahribatının ve sermaye sahiplerinin kârlılığının artması demek. Bugün dünyada temel ihtiyaçlarına ulaşamayan birçok insan olmasının nedeni üretim miktarındaki eksiklik değil, üretilen ürünlerin dağıtımın sürecinde yaşanan eşitsizlik. Dolayısıyla medyadan ve siyasetçilerden sürekli duyduğumuz “Yoksulluğu, açlığı, hastalıkları bitirmek için sürekli üretmeliyiz” argümanı da doğa katliamını meşru kılan ve kapitalistlere avuçlarını ovuşturan bir söylem. Hem doğa tahribatını durdurmak hem de insanlığın hayati sorunlarını ortadan kaldırmak istiyorsak yapmamız gereken şey üretimi birkaç kişinin kâr edeceği şekilden çıkarmak. Kimsenin kâr etmediği ama herkesin temel ihtiyaçlarına ulaşabildiği miktarda üretimle bugün doğaya verdiğimiz zararı çok ciddi düzeyde azaltabiliriz.
Sermaye sahiplerinin kurumsallaşmış doğa katliamını daha iyi anlamamız için son olarak üzerinde durmamız gereken kavram ise küreselleşme. Bugün birçok Batı ülkesi, özellikle de Kuzey Avrupa ülkeleri, uygulamaya koydukları doğa dostu yasalarla neden oldukları tüm bu tahribatı en azından kamuoyu nezdinde telafi ediyor gözüküyor. Bu yasalarla şirketlere yüklenen büyük sorumluluklar ve gereklilikler hem doğa tahribatının önünde caydırıcı bir güç gibi duruyor, hem de şirketlerden vergilendirme ve cezalandırma yoluyla toplanan bu kaynağın sosyal bir refah devletiymişçesine kullanılacağı vaadi toplumsal ölçekte bir konsolidasyon yaratıyor. Ne yazık ki aslında gerçekleşen, küresel düzeyde uygulanan taşeron üretim biçimiyle birlikte başa çıkması mümkün olmayan çevre sorunlarının güney ve doğu ülkeleri üzerine bindirilmesi oluyor. Bir başka deyişle, Kanada’daki insanlar refah içinde yaşamak için doğada neden oldukları tahribatı görmek istemiyorlar. Bu vicdani sorumluluktan kurtulmak için de üretim biçimlerini ve kâr odaklı değerlerini değiştirmektense “Göz görmeyince gönül katlanırmış” diyorlar ve çözümü Kazdağları’nı talan etmekte buluyorlar. Avrupalı vatandaşlar her gün büyük bir hevesle çöplerini ayrıştırıp doğayı kurtardıklarına inanırken, hükümetleri tüm o çöpleri Türkiye’ye göndererek vatandaşlarının bu rüyasına katkıda bulunuyorlar. Dolayısıyla çevre mücadelesini coğrafi olarak sınıflandırmanın günün sonunda üzerinde yaşadığımız gezegene hiçbir faydası olmuyor. Doğayı tüm dünyada bir bütün olarak ele almak ve onun korunması için mücadele verirken bu bütünlüğü unutmamak gerekiyor. Bu yüzden çevre kriziyle ilgili imzaladıkları anlaşmalarla ve yürürlüğe koydukları yasalarla övünen Batı ülkelerinin küresel ölçekteki ikiyüzlülüğünü asla göz ardı edilmemeli.
Bir emek mücadelesi olarak ekolojik aktivizm-2
MERT KARACA
BirGün Gazetesi Pazar eki, 13 Haziran 2021
https://www.birgun.net/haber/bir-emek-mucadelesi-olarak-ekolojik-aktivizm-2-348192
MERT KARACA
Geçtiğimiz haftaki yazımda, içinde bulunduğumuz ekolojik krizin kapitalist üretim biçiminden ayrı düşünülemeyeceğinden bahsetmiştim. Bu hafta ise geçen haftaki giriş bölümünde bahsettiğim kır-kent ikiliği üzerinden çevre mücadelesini tartışacağım ve neler yapabileceğimize dair fikirlerimi sunacağım.
Dünya ve Türkiye’deki örneklerine baktığımızda, kırsaldaki politik hareketlenmelerin hemen hepsinin temelinde doğaya bir referans olduğunu görürüz. Akarsular ve ormanlar birçok direnişin merkezinde yer alsa da bunun en sık rastladığımız biçimi toprak üzerinden gerçekleşiyor.
Burada hatırlatmak istediğim iki şey var: Birincisi, toprak üzerinden yapılan mücadelelerin mülkiyet odaklı değil üretim odaklı olduğu. Yani köylü toprağı için mücadele ederken satıp nakde dönüştüreceği bir şey için değil, üzerinde üretim yapacağı bir şey için mücadele ediyor. Bir başka deyişle, kırsalda doğanın değişim değerinin yanında kullanım değerinin de hâlâ önemli olduğunu görebiliyoruz.
İkinci hatırlatmak istediğim şey ise bu olgunun romantize edilmemesi hususu. Tarihte istisnaları olsa da genellikle köylünün büyük şirketlere karşı verdiği mücadelenin temelinde bir doğa sevgisi ya da ekolojik bilinç yatmıyor. Kendi somut koşullarından doğan bir gereklilikle bu mücadele veriliyor. Fakat, burada göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir nokta mevcut: Kırsaldaki üretim biçiminin somut dinamikleriyle kenttekiler uyuşmuyor. Verimlilik ve kârlılık gibi motivasyonlar nedeniyle tarımsal üretim biçimi sermaye sahiplerinin çıkarlarına uygun değil. Kırsaldaki üretim yüzyıllar boyunca kendini yenileyebilen ve düşük kârlılıkla birlikte kendine yetebilmeyi getiren bir üretim biçimi. Kapitalist sermaye için bu üretim biçimi ideal değil, çünkü kapitalist sermaye bir an önce yok etmek, tükettirmek ve büyük kazançlar sağlamak peşinde. Hâl böyle olunca kapitalist sermayeyle köylü arasındaki çatışma büyük bir tarihsel ve iktisadi bağlam kazanıyor. İşte, Greta Thunberg ile Karadeniz’de sahil yoluna, HES’lere, maden ocaklarına direnen halkı birbirinden ayıran da bu. Çevre duyarlılığına sahip orta sınıf şehirlinin mücadelesi bireysel bir yaşam biçimi tercihine dayanıyor. Ulaşmak istediği şey kendi nezdinde bir kimlik inşası, yasa yapıcılar nezdindeyse seçmeni konsolide edecek birkaç ufak rötuş. Öte yandan, kırsaldaki emekçinin mücadelesi ise başlı başına bir mevcudiyet mücadelesi. Bu mücadele doğası gereği kapitalist üretim biçimine karşı bir mücadele. Bu yüzdendir ki Greta gibi aktivistler ana akım medyada ve siyaset arenasında kendine yer bulup sempatik bir unsur gibi gösteriliyorken, köylerindeki talana karşı direnen emekçiler devletin en sert müdahalesiyle karşı karşıya kalıyorlar. Çünkü birisi sistem içindeki yanlış uygulamalarla mücadele ederken öteki sistemin tamamına, bizatihi kendisine tehdit oluşturuyor. Gördüğünüz gibi günün sonunda geldiğimiz nokta yine aynı: “Reform mu devrim mi” sorusu. Kapitalizmin yarattığı her sorunda olduğu gibi çevre krizinde de çözüm daha iyi bir kapitalizmden değil, ondan tamamen kurtulmaktan geçiyor.
Bir diğer nokta ise şehirli orta sınıfın inşa ettiği ekolojik aktivist kimliğinin nasıl kapitalistlerin ağzının suyunu akıtan yeni pazarlar açtığı. Aslında bu tartışma geniş ölçekte, emek temelli sınıf siyasetiyle hak temelli kimlik siyaseti arasındaki fark üzerine. Kapitalizme karşı verilen mücadele alan mücadelesi olduğunda, kapitalizm için yaratılan kriz de o alanla sınırlı düzeyde oluyor. Sistem bu krizden çıkmakta ve kriz unsurlarını absorbe etmekte zorlanmıyor. Tarihin bir noktasında kapitalizm için en büyük tehdit olmayı başaran kimlikler, tarihin bir sonraki noktasında kapitalizmin içinde konumlanan unsurlara dönüşüyor. Sermayeye karşı, emeğin yanında yer alıp kapitalizme topyekün savaş açamayan her hareket gibi ekoloji hareketi de bu durumun bir örneği.
Bugün geldiğimiz noktada ekolojik aktivizmin aslında eko köylerde tatile gitmek, büyük marketlerin organik reyonlarından alışveriş yapmak ya da aynı markanın “cruelty-free” ürününü tercih etmek gibi tüketim pratiklerine sıkışıp kaldığını görüyoruz. Burada “Beş yıldızlı tesislerde tatil yapsa, endüstriyel gıda tüketse ve hayvan deneyi yapılmış ürünler kullansa daha kötü değil mi” diye sorabilirsiniz. Fakat daha geniş bir perspektiften baktığımızda doğadaki tahribatın ve hayvan sömürüsünün nedeninin çok küçük bir parçasıyız. Asıl olan kapitalist üretim biçimi ve onun içinde kâr eden sermaye sahipleri. Bunlarla mücadele ederken aynı kişilerin farklı pazarlar için sunduğu farklı ürünleri tüketmenin günün sonunda herhangi bir kazanç sağlamayacağı açık. Dolayısıyla bu tarz bireysel tüketim tercihleri kapitalistler için bir tehdit değil, yeni bir pazar fırsatı oluşturuyor. Tabii bunu kabullenmekte zorlanmamızın da yine sermaye sahipleriyle ve onların kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları aygıtlarla yarattıkları algıyla doğrudan ilişkisi var.
Bugün geldiğimiz noktada bizden, neden olmadığımız birçok sorunun çözümü için sorumluluk almamız bekleniyor. Vicdani yükümlülüklerini bizlere pay etmeyi uygun gören sermaye sahipleri nedeniyle, attığımız her adımda çevreye verebileceğimiz zararın anksiyetesini yaşıyoruz. Yanlış anlamayın; doğadan yana olan bu kaygılarımızın hepsini tutabiliriz, bunda bir sakınca yok. Ama tüm bunları yaparken dünyayı kurtardığımızı sanmaktan vazgeçmenin bilinç düzeyinde bize iyi geleceği, önemli bir nokta. Unutmayın ki çevre konusunda dünyanın en vurdumduymaz, en hassasiyet yoksunu bireyleri bile olsak; bizler Acun Ilıcalı’nın jetiyle yaptığı birkaç saatlik bir seyahatin doğaya verdiği zararı ancak birkaç yılda verebiliriz. Bir de tersten bakalım: Bizler bütün ömrümüzü bizden beklendiği gibi belli hassasiyetlere ve sorumluluklara uygun yaşasak da İkizdere’de maden ocağı uğruna katledilen doğanın tanzimine yetemeyiz.
Peki ne yapmalıyız? Öncelikle unutmamalıyız ki, kapitalizm var olduğu müddetçe ekolojik yıkımdan kaçınmak mümkün değil. Sermaye sahibi bir azınlığın varlığını artırmak üzerine kurulu bir sistemde, doğa paraya dönüşecek hammaddeden başka bir şey olamaz. Dolayısıyla çevre krizinden kurtulmak istiyorsak, kapitalizmden kurtulmak için çabalamalıyız. Bir diğer yapmamız gereken şey de doğal kaynakların kısıtlılığı üzerinden girilen rekabet diskurundan kurtulmaya çalışmak. Doğa, birkaç zenginin kâr hırsına yetmeyebilir belki ama geri kalan bizlerin, hepimizin insanca ve barış içinde yaşamasına yetecek kadar zengindir. Son olarak ekolojik hassasiyetlerimizin büyük şirketler tarafından suiistimal edilip bir kâr fırsatı olarak görülmesi yerine; bu ülkenin derelerinde, ormanlarında, dağlarında, topraklarında devlet destekli sermaye çetelerine ve onların kâr merkezli sömürü sistemlerine karşı verilen her mücadelenin yanında olmak, direnenlerin gücüne güç katmak herhangi bir tüketim tercihinden daha somut ve etkili olacaktır.