DIŞ POLİTİKAEKONOMİ-POLİTİKA

Charles de Gaulle’den kalkıp Macron’a iniş- 3yazı_ Bilsay KURUÇ_ Cumhuriyet Gazetesi_ 28 Kasım 2022 Pazartesi

Charles de Gaulle’den kalkıp Macron’a iniş-1

Bilsay KURUÇ

Cumhuriyet Gazetesi, 28 Kasım 2022 Pazartesi

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/bilsay-kuruc/charles-de-gaulleden-kalkip-macrona-inis-1-2006736

 

Dünya karışık görünüyor. Biraz aydınlatabilirsek biraz anlayabiliriz. Hegemonyayı (“ağalığı”) son 75 yılda anlamış olmalıyız. Emperyalizm dersini çalışmakta isteksiz hatta tembel miyiz? Bugün ve yarın için lazım. Ama kendine göre anlatanlar az değil. Başta galiba konuşmayı çok seven Fransa Cumhurbaşkanı Macron var. Sık sık “Dünya şöyle, böyle” diyor. Geçen aylarda Fransa’nın dışişleri kadrolarıyla kapalı bir toplantı yapıp ilginç ve keskin vurgularla konuşmuş. Okuma fırsatı insanda bir soru uyandırıyor: Emperyalizmin ağır sıkletini biliyoruz da orta, hafif sıkletleri de olur mu? Nasıl bir şey olur ki bize dünyayı daha iyi öğrenme bilgisi versin?

COMPIEGNE ORMANI’NA DOĞRU

Macron’a hemen girmeyelim. Sona bırakalım. Biraz geriden başlayalım. 1930’ların Fransası 19. yüzyılın mirasını sürdürmüştür. “Matlaşmış” bir mutabakatla: 1789’un kazandırdığı toprak mülkiyetine sıkı sıkı yapışmış köylülerle, kendi işyerlerini elde etmiş bir orta sınıfın durağan mutabakatı. Bunun ağırlığı. Ve yanı sıra pek yaratıcılığı olmayan, tutucu sanayi sınıfı.

Ve o Fransa 17. yüzyıldan beri sömürgeciydi. 1930’a bagajında 70 milyona yakın sömürge ahalisiyle girdi. Sömürgeler basit üretim düzeyinde tutuluyordu. Gelişme fırsatı verilmezdi. Ağır vergi altında varlıklarını sürdürürlerdi.

Fransa 1930 dünya buhranına birkaç yıl gecikmeyle katıldı. Altın rezervi hızla eridi. Siyasetteki ısrarlı “orta yolcu”lukla ekonomisi krizlere saplandı. “Sol”dan çok korkan “sermaye”si, 1936’da Blum başkanlığındaki Halk Cephesi iktidara gelirken “Blum geleceğine Hitler gelsin!” diyordu. Az sonra öyle oldu. 22 Haziran 1940’ta Hitler, Compiégne Ormanın’daki vagonda 1918’in rövanşını alarak Fransa’ya kayıtsız şartsız teslimi imzalattı. Fransız entelektüellerine de “Bu ülke adam olmaz!” muhabbeti kaldı.

KURTARICI NEREDE KALDI?

Önce General De Gaulle geldi. Londra’da sürgündeki “Özgür Fransa Ordusu”nun başındaydı. Fransa’da, komünistlerin önderliğindeki “Direniş”le işbirliği yaptı. Müttefikler Paris’i teslim aldıktan hemen sonra, 26 Ağustos 1944’te büyük yürüyüşün başında kente kurtarıcı olarak girdi. Hükümeti kurdu. Ve yanı başında kendisine savaş yıllarında malzeme ikmali yapmış Jean Monnet vardı.

Monnet, Fransa’nın ve Avrupa’nın 1945’le başlayan yeni dönemine damga vuracak, pratik adam olarak yetişmişti. Pazarlamacılıktan yatırım danışmanlığına ve ciddi müzakereciliğe uzanan geniş tecrübe yelpazesine sahipti. Dünyayı gezmişti. Amerika’da uzun süre kalıp yakın dostluklar edinmişti. Amerikan sanayi kapitalizminin büyük atılımına tanıktı. Bunun o büyük coğrafyanın sağladığı büyük piyasalarla ve büyük şirketlerle yaratıldığına, kısacası “büyük ölçek”le başarılabileceğine inanmıştı. 1930’larda Moskova’ya gitmişti. Bir büyük sanayi hamlesinin ancak planla yapılabileceği görüşüne varmıştı. Yani, hem Amerika hem de Sovyetler’inki gibi bir plan!

Fransa’nın sıradanlaşmış, ufuksuz, yenilgiyi kabullenen siyaset sınıfından öneri beklenemezdi. Monnet düşüncesini De Gaulle’e anlattı. “Plan Komiserliği” (Commisariat du Plan) kuruldu. Kendisi Plan Yüksek Komiseri oldu. (Makamlara meraklı değildi. İş görme adamıydı.) 1946’dan başlayarak Beş Yıllık “Modernizasyon ve Yeni Donanım Planı” yaptı. Üst üste iki beş yıl. Fransız ekonomisinin önü açıldı. Yeni gelişme zemini yaratıldı. Tarihi önem taşıyor. (Ünlü üniversitelerimizden birinde Jean Monnet Merkezi var. Tanıtımında Monnet’nin plancılığı üzerine tek satır yok!)

BİR ELİNDE CIMBIZ, BİR ELİNDE AYNA

Kurtarıcılık kâğıt üzerinde olmuyor. Hele 1945’in ezik Fransası’nda. Monnet kaynak bulmak zorundaydı. Ondan başkası da bulamazdı. Planın motoru, ekonominin öncelikli noktalarını harekete geçirecek olan demir çelik sektörüydü. Bu, coğrafyada Almanya’nın Ruhr bölgesi (kömürün ana damarı) demekti. (Ayrıca Lorraine’in demir cevheri, Saar’ın çelik tesisleri.) Oralar Almanya’ya sanayi ve savaş malzemesi yaratan yerlerdi. Fransa 1945’te Ruhr’un bağımsız bir devlet olmasını baş gündem maddesi yaptı. Ruhr’un kaynaklarıyla Avrupa’nın demir çeliğinde birinci olmak ve olası bir Alman “saldırganlığı”nı baştan önlemek Fransa’nın vazgeçilmez hedefiydi.

Gelgelelim aynı tarih ABD’nin de “dünya ağası” (hegemon) olma yolunda ilk büyük adımı ile çakışıyor: 1947-’48. Bunu daha önce yazdım. Şimdi şunu eklemeliyiz: Fransa’nın adım atabilmek için Ruhr’a, ABD’nin ise dünya ölçeğinde (daha küçük olamaz!) Soğuk Savaş stratejisini yerleştirebilmek için önce Avrupa’yı bölerek kıtanın batısına ihtiyacı var. İkisinin kendi ekonomik ve jeopolitik hedefleri farklı. Nasıl olacak?

Büyük hedef küçüğü içinde eritecek! Nerede? 26 Şubat 1948’de, Almanya meselesi için toplanan üçlü Londra Konferansı’nda. Ayrıntıya girmeyelim. Orada ABD ve İngiltere, Fransa’yı Ruhr’lu hedefinden vazgeçirdiler. Kâğıt üzerinde bir “Uluslararası Ruhr Makamı” kuruldu fakat bunun yetkilerini kararlaştıracak oturumdan bir gün önce (kasım ayında) Birleşik ABD ve İngiliz bölgesi askeri komutanları Ruhr’u özel kesime, şirketlere devreden bir yasa çıkarıverdiler! İş bitti. Artık hükümette olmayan General de Gaulle köpürdü ve bunun “20. yüzyılın en berbat kararı” olduğunu bir basın toplantısında vurguladı. Ekleyelim: Daha önce, ABD ve İngiltere üç işgal bölgesini birleştirerek bir Federal Alman Cumhuriyeti kurulması için Fransa’yı ikna etmişlerdi. Ve Fransız Meclisi’nde; 17 Haziran’da dört oy farkla geçen bir kararla Batı Almanya nur topu gibi doğmuş oldu. Konferansın amacı zaten bu idi.

Olağanüstü sezgilere sahip Orhan Veli “Ne atom bombası ne Londra Konferansı; bir elinde cımbız, bir elinde ayna; umurunda mı dünya” dediği zaman, “dünya ağalığı”nın senaryosunu bizlere önceden haber mi vermiş oluyordu?

AVRUPA AVRUPA, DUY SESİMİZİ!

Bir ara maçlarda öyle bağırırlardı. Ancak konudan ayrılmayalım, Monnet bütün bunlara Avrupa çapında bir Fransa tasarımıyla bakarken de herhalde böyle sesleniyordu. Acheson’dan başlayarak, saymakla bitmeyecek Amerikalı dostları ile bu zeminde buluştu. Bir kere, Batı Almanya’nın doğuşundan sonra Avrupa’ya inen Marshall dolarlarının yarıya yakınını Fransa’ya çekti. Planın finansmanı ve girdileri sağlandı. İkincisi, Monnet’nin kıta coğrafyasını kapsayacak “Avrupa Birleşik Devletleri” projesidir. Bunun başlangıcını Ruhr meselesinin pratik çözümünde gördü. Artık Almanya ile hasımlık tarihe gömülmeliydi. Onun yerini ikisinin oluşturacağı bir Avrupa ekseni almalıydı. Avrupa Kömür Çelik Birliği taslağı yaptı. Fransız Dışişleri Bakanı Schuman bunu benimsedi, Alman Adenauer seve seve kabul etti. Tarih 1952. Monnet’yi bunun ilk başkanı yaptılar. Avrupa Birleşik Devletleri için Eylem Komitesi kuruldu. Komite önce Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun (Euratom), ardından da Ortak Pazar’ın (bugünkü AB) yolunu açtı, başlattı: 1958. (De Gaulle’ün o tarihlerde bunlardan hoşlanmadığını kaydedelim.) Kısacası, Monnet kabına sığmayan ve büyük projeler yapıp onların peşine düşen bir ilginç adamdı.

DÖNÜŞ

Buraya kadar Fransa’nın Avrupa’da iddialı olma arzusuna Anglosaksonlar farklı bir yön veriyorlar. Onu ABD’nin Soğuk Savaş senaryosuna alıveriyorlar. Rıza göstererek kaynak buluyor ve ekonomisi bütün dünyanın yüksek büyüme hızlarına kavuştuğu o dönemde gelişiyor. Toplum da değişmeye başlıyor. Ancak başka şeyler de var. İste isteme sömürgelerden dönüş vakti geliyor. İsteyerek mi? Hayır, zorla. Önce Çin Hindi’nden dönüş (Macron “Çin Hindi!” dediği için, not edelim). Çin Hindi, daha doğrusu Vietnam. Orada yedi yıl süren savaştan sonra Vietnamlı General Giap 7 Nisan 1954’de Tonkin’in kuzey batısında, Dien Bien Phu’da Fransız kuvvetlerini perişan etti. Ve Fransa’nın dönüşünü başlattı.

İkincisi, bir “orta sıklet emperyalist” gösterisi merakıyla İngiltere ve Fransa’nın Süveyş’i kamulaştıran Cemal Abdülnasır’a karşı, oraya çıkarma yapmaları ve bunu “ağa”ya (ABD) haber vermemeleri. Başkan Eisenhower’ı küplere bindiren operasyon (Ekim 1956) o iki devletin “yeniden az emperyalizm” yapma heveslerine son veren ABD “fırçaları”yla, başlarken bitti. Girmeyelim.

Üçüncüsü, Cezayir. Orada Fransız-Cezayirli savaşı 1954’den 1962’ye kadar sürdü. 1950’lerin hükümetleri gitgide çıkmazlara girdi. Sömürgeciliğin en gaddar şekilleri yaşandı. Fransa’da zincir halinde yönetim krizleri yarattı. Sonunda De Gaulle’ü davet ettiler. 1958’den itibaren artık De Gaulle’ün dönemidir. 1962’de savaş geride sayısız ölü bırakarak bitti. Cezayir bağımsız devlet oldu. Sömürgeci Fransa’dan De Gaulle’ün Avrupa ve dünya devleti Fransa tasarımına ve girişimlerine geçildi.

NİÇİN DE GAULLE?

Burada Fransa tarihi anlatmaya girişemem. De Gaulle’ün öyküsünü de. Uzmanları var. O günün Fransa’sında bugünün karışık fakat kilitli dünyası için ipuçları bulabiliriz. Bize lazım olan, üzerinde düşünmeye değer ipuçları. Bunları katıksız bir Fransız milliyetçisi fakat dünya tablosuna bakışında ve attığı adımlarda paylaşacak çok şey bulabileceğiniz kişide 1960’larda aramaya çıkalım.

1960’ların Fransası’nda ekonomik büyüme ve dinamizm vardı. Sürekliydi. De Gaulle bunun değerini doğru tartarak dünyaya giydirilen Soğuk Savaş’a karşı tavrını ortaya koyuyor. Tarihi ve siyaseti doğru okuyan bakışa sahip. Medeni cesaretini hemen herkese kabul ettirmiştir. “Yalta Rejimi”nin dünyayı ve Avrupa’nın batısını da Soğuk Savaş “kafesi”ne soktuğunu berrakça ifade etmiştir. Hem de ilginçtir, Yalta’nın 20. yıldönümüne ayarlayarak! Fransa “Atlantik’ten Urallar’a kadar” bir bütünlük için kılavuz olmalı ve dünyaya yerleşen “bloklar rejimi”ni değiştirmeye de öncü olabilmeliydi. Bunun peşine düşüyor. 1944’te büyük yürüyüşün başında Paris’e girerken o güne kadar süren aşağılanmışlıktan nasıl çıkaracağını düşündüğü Fransa’ya, 1960’larda, yeni bir dünya gücü olabilme iddiasıyla bakışından okuyabiliriz.

Adımlarını buna göre attı. Adımlarda bize göre önem taşıyacak iki ağırlık merkezi bulabiliriz. Biri, doların egemenliğine göre kurgulanan dünya ekonomisidir. 1950’lerin sonlarında artık berraklaştı ki dolar “başlangıç”taki (1945 diyebiliriz) kadar değerli değildir. Yani, altın kadar değerli sayarsak saflık yaparız. O halde? 1960’larda De Gaulle bunu dile getirdi ve ABD’nin altın rezervlerinden yarıya yakınını “Al dolarlarını, ver altınları!” diyerek çekti. Amerikalılar çok rahatsız oldular. De Gaulle sistemin zayıf noktasını yakalamıştı. İkincisi, jeopolitik tarafı. NATO’dan, bir askeri ittifak olarak hoşlanmadığını eylemle gösterdi. Önce NATO manevralarına katılmadı. 1960’ların ortalarına gelince, “NATO karargâhını Paris’te istemiyorum. NATO’nun askeri kanadından uzaklaşıyorum!” dedi. Karargâh Brüksel’e taşındı. Bu da kolayca anlaşılır rahatsızlık yarattı. Ekonomi ve jeopolitik. Soğuk Savaş dünya senaryosunun son 75 yıllık iki bacağı. De Gaulle acaba şunu mu diyordu? “Yeni bir dünya kurulur ve Fransa orada yerini alır!” Allah Allah, bir yerlerden hatırlıyor gibiyiz.

Charles de Gaulle’den kalkıp Macron’a iniş-2

Bilsay KURUÇ

Cumhuriyet Gazetesi, 12 Kasım 2022 Pazartesi

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/bilsay-kuruc/charles-de-gaulleden-kalkip-macrona-inis-2-2011116

 

Niçin Fransa’yı yazıyorum? Yaşanmış ve taze örnekleriyle bize kendi yapımıza, sorunlarına bir bakma şansı verir. Ve düşündürür. NASA’da çalışanların, dünyaya benzer sayıp yoğun incelemeye aldıkları Mars’a baktıkları gibi.

Fransız Komünist Partisi (PCF) 1920’de kuruldu. Siyasette ve ekonomide bir “alan” çizdi ve orada varlığını, sürekliliğini gösterdi. Üç kez iktidar ortağı, yani siyaseti şekillendirmede aktif oldu. Birincisi, 1936-37’de üç partili Halk Cephesi Hükümeti’nde yer aldı. Başbakan, sosyalist Leon Blum’du. Cesur bir “ortanın ileri solu” lideriydi. Göreve başlayışının ertesi günü “Matignon Anlaşması” ile sermayeye büyük bir emek hakları paketini kabul ettirdi. Fakat Halk Cephesi, uzatmalar da içinde, 1938 baharına kadar sürdü. Büyük sermaye daha fazla izin vermedi.

PCF’nin ikinci iktidar ortaklığı 1940’taki Alman işgali ile filizlenmeye başlıyor. Komünistler halkın pek küçük bir yüzdesinin katıldığı “Direniş”i süreklilikle çalıştıran motordular. “Direniş” Fransa için bir “milli mücadele” idi. Sempati ve saygınlık kazandılar. İşgalin bitişiyle 1944 Eylül’ünde kurulan De Gaulle hükümetinin büyük ortağı idiler. Seçimde en yüksek oyu (yüzde 30 gibi) aldılar. 1944’te “Direniş”in hazırladığı “Kurtuluş Sözleşmesi” hükümetin programıydı: Devletçi bir ekonomi ve ayrıca Monnet’nin Beş Yıllık Planı. Soğuk Savaş hazırlıklarındaki ABD ise PCF’ye olumsuz bakıyordu. Savaş yıllarını Alman hapsinde geçiren Blum’a, 1946 başındaki Washington ziyaretinde, PCF’nin bulunduğu bir Fransız hükümetine yardım yapılmayacağı söylendi. Temeli 1947’nin mart ayında Truman’ca atılan, iç içe geçerek Soğuk Savaş’ı inşa eden yapı taşlarını biliyoruz. 1947 Mayıs’ında, yeni Başbakan Ramadier PCF’yi hükümet dışına itiverdi! Ayrıntılara girmeyelim.

 PCF’nin üçüncü iktidar ortaklığı 1981-84 yıllarında. Sosyalist Parti Başkanı Mitterrand 1981 Mayıs’ında cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı. Partisi de hazirandaki seçimlerde en yüksek oyu (yüzde 38) aldı. Yüzde 16’da kalan PCF ile bir “Ortak Program”da anlaşıp birlikte hükümet kurdular. Emeğin haklarını genişleten, ekonomide ciddi devlet yapılanması ile “cesur bir ortanın solu” programı idi. Mitterrand bir danışmanına “Kapitalizmin beline büyük darbe vuracağım!” demiş. Fakat 1983’te önce ekonomide iklim değişti. Bir yıl sonra PCF ayrıldı. Gidiş o gidiş oldu. Fransız siyasetinin o farklı “alan”ı eridi. “Sol”un sorumluluğu artık Sosyalist Parti’de kaldı.

DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIZ

Biliyoruz, 1971’de Nixon, “Doları altından ayırıyoruz. Sayım suyum yok!” dedikten sonra dünya ekonomisi bir anaforlar dönemi geçirdi. Her yerde “Abi, yarın dolar kaç, Alman Markı (DM) kaç para olacak” soruları başladı. Avrupa’da ekonomide kudret Almanya’daydı. Doların bıraktığı boşlukta öncelikle güçlü para DM’yi güvenceye almak gerekiyordu. Fransa’nın o tarihlerde başındaki liberal Giscard d’Estaing ile anlaşarak Avrupa için sıkı disiplinli bir “Döviz Kuru Mekanizması” (ERM) kurdular: 1979. Tüm Avrupa paraları birer dar ceket giydi. Esneme payı, yukarı aşağı yüzde 2.5. İktisat politikası için şu demek oluyor: Devletin elini bağlıyoruz. Her istediğin kamu harcamasını yapamazsın! Yoksa sürekli açık verir, paranın dış değerini (“kur”u) tutamazsın, paran zayıflar. Avrupa’da söz sahibi olacaksan, önce paran güçlü olacak!

Fransa için her şeyin değişmeye başladığı nokta budur. 1970’lerin istikrarsızlığından gelen Fransız ekonomisinde, 1981’in “Ortak Programı”ndan sonra enflasyon yükselişe geçti. Sosyalist Parti’nin Maliye Bakanı Jacques Delors Fransız Frankı’nın (FF) değeri düşer ve tutulamazsa, yani ceketin dikişleri atarsa Avrupa üzerinde söz sahibi olmaktan vazgeçileceğini düşünüyordu. Mitterrand’ı buna inandırdı. Bilenler biliyor ki Mitterrand’ın eti ve kemiği siyasetti (İngilizlerin “political animal” dedikleri tip). Delors’un öngördüğü “güçlü frank” (franc fort, ff) çizgisine geçiverdi. Bu, “Avrupa’da Almanya ile aynı yatakta yatacağız; ‘ff’ için bedeli ne ise!” demekti. Bedeli “Ortak Program”dan vazgeçmekti. Vazgeçildi. Bir yol ayrımına girildi. Fransa için ya ulusal/toplumsal program ya Avrupa’nın yönetimine soyunmak. İkisi birden olmuyor, kararı verildi. “Blum noktası”ndan da “De Gaulle noktası”ndan da uzaklaşıyoruz!

Yeni bir sahne kurulacak. Sahneyi Delors kuruyor. O da Monnet gibi, bir “Avrupa Birleşik Devletleri” düşünüyor. Fransa’nın tek kalırsa zayıflayacağını, Avrupa çapında mimarlığa soyunursa potansiyeline erişeceğini düşünüyor. İşi üstleniyor. 1985’te Avrupa Komisyonu Başkanı oluyor. On yıl sürecek. Fransız tasarımlı “Avrupa”ya, “bir para yolu”ndan ve demir taramadan, DM çıpası bırakılmadan gidilerek bir Avrupa Parası yaratılacağını tasarlamıştır. Yüksek kalite sahibidir ve üstün müzakerecidir. Jakobence bakar: Avrupa çapında kurumlar kurup onları çalıştırmak lazım! Önce, 1980’lerin sonlarında Avrupa Tek Pazarı’nı kurdurdu. Sonra, iki eksen tasarladı: Avrupa Para Birliği (EMU) ve Avrupa Toplumsal Sözleşmesi (Charter) (Türkiye’de “Emeğin Avrupası” denildi!). EMU 1992’de, Maastricht’te buluşup anlaşarak “Avro”nun dünyaya geleceği (1999) “müjde”sini vererek kuruldu. “Büyük Fransız-Alman pazarlığı” diyeceğimiz sıkı muhabbetin ilk ürünü oldu. Almanlar iki vazgeçilmez koşul dayattılar: Bir, “Her devlet iktisat politikasında bizim Bundesbank’ın zırhını giyecek, çıkarmayacak”. Yani, bütçe açığınız GSYİH’nin yüzde 3’ünü, kamu borcunuz da yüzde 60’ını aşmayacak! İki, “İstediğiniz Avrupa Merkez Bankası (ECB) kamuya değil, bankalara (finans sermayesine) çalışacak”. Amerika destekledi. İstersen kabul etme!

EVDEKİ HESAP ÇARŞIYA UYDU MU?

İktisatçıların ille düşündüklerini anlatabilmek için, izleyeni zorladıkları bir “düş” hali (varsayım) vardır: “Diğer her şey aynı kalmak koşuluyla!” Oysa gerçek dünya tam tersidir: Hiçbir şey aynı kalmaz! Zamanın akışında hesapta olmayan güçlü akıntılar çıkıverir. 1990’larda birbirini tetikleyen, dalgalar yaratan güçlü akıntılar ve ciddi birikintileri oluşmaya başladı. Pek kısa sürede ve alt alta, üst üste. Fransa’nın 1980’lerdeki “Avrupa hesabı”nı artık bunlar şekillendiriyordu.

1970’lerle başlayıp 1980’lerde hızlanan sermaye rüzgârında siyasetin başını İngiliz Thatcher çekti. Önce Fransız “sağı“nı, Giscard’ı, Chirac’ı kendine meftun etti. “Anglofil”lik, önce Chirac’la büyüyen bir özelleştirme dalgası yarattı. Mitterrand ses çıkarmadı. Birlikte yaşamaya rıza gösterip buna “cohabitation” dedi. Devlet ekonomisinin birikimi sermayeye hazır kaynak olarak aktarıldı. Kapitalizmin yeni dünya senaryosunda yer alacak Fransız sermaye sınıfına büyük avans oldu, iştahını kabarttı.

Thatcher’laşma ülke veya Avrupa çerçevesinde kalacak şey değildi. Kapitalizmin, toplumu arka plana alan, yok sayan dünya çapındaki yeni iddiası idi. Sermayenin büyük “iklim değişikliği” idi. Avrupa’yı ve her yeri fethe çıkan bir kapitalizmde otorite ve güç yeniden şekilleniyordu. Sermayenin dünyaya kendi “para yolları”nı yeniden döşeyen katmanı finans sermayesi ve piyasalarıydı. Elbette siyasette de yolları döşeyecekti.

Avrupa’da ekonomik kudret Almanya’nındı, dedik. İki Almanya tek ve büyük olduktan sonra kudret daha da arttı. Maastricht’ten (1992) sonra, “Para işi tamam, Sosyal Avrupa istemem!” dedi. 1999’a, “Avro”ya varıldığında sermaye sınıfı “finans-sanayi kompleksi”ni oluşturmuştu. 21. yüzyıla girerken Avrupa’da para yolu açılmıştı, “sosyal yol” açılmadı. 2003-2005’te “sosyal demokrat” Schröder çalışan sınıflara “sermaye için emek reformları” getirdi. VW Şirketi’nin yetkilisi Hartz hazırlamıştı! Ücretleri asgari düzeye kilitleyip, esnek çalışma getirerek işsizliği çözüyordu! Al sana sosyal yol.

“Yeni Avrupa” tasarımında da yine Almanya son sözü söyledi. Monnet’nin ve Delors’un hayalleri olan bir Avrupa federal yapısı için liberal Giscard’ın başkanlığında, iri kıyım kişilerin hazırladığı “Avrupa Anayasası” 2005’te Fransa’da ve Hollanda’da halk oylarıyla reddedildi. Merkel’e gün doğdu. “Avrupa’da federalizm olmaz; hükümetler arası görüşmeler rejimi olur” dedi. Ve bunu 2007’deki Lizbon Antlaşması’na yazdırdı. Ne fark var? Federalizm bir “sosyal yol”un kapısını açabilir. Avrupa çapında gelir dağılımı gibi tehlikeli konular baş gösterir. Alman vergi mükellefi niçin İspanyol emekçisinin durumunu düzeltsin? Zinhar!

YAŞA DELORS! BABAMIZ!

Delors, Avrupa Komisyonu Başkanı sıfatı ile 1988 Eylül’ünde İngiliz Sendikalar Topluluğu’na (Trade Union Congress) bir konuşma yaptı. Birleşik Avrupa’nın bir yeni toplum modeli olacağını söyledi. Şunu demeye getirdi: “Avrupa’da sol yeni toplum modeli yapamıyor. Madam Thatcher madenci grevinin üzerinden silindir gibi geçtikten sonra sizler de ne haldesiniz? Toplu pazarlık rejimini ancak Avrupa çapında kökleştirebilir ve emeği ancak o çapta koruyabiliriz.” Usta bir konuşmaydı. Herhalde buna inanıyordu. Külyutmaz İngiliz sendikacılar da coştular; kendi dillerinde (herhalde) “Babamız Delors!” diye bağırdılar. Fransız ve İngiliz işçi sınıfları sonraki yıllara oradan geldiler.

2000’e doğru finans sermayesi öncülüğünde “piyasacılık” “serbest”leşerek toplumların siyasal enerjisini boşaltmaya başladı. “Sol”un dokusu değişiyordu. Güç finans piyasalarında yerleşmeye başlarken piyasacı ve rekabetçi söylem, ilişki ve çıkarlar bütünlük kazanıyordu. “Sol” buna yeni bir toplumcu/ulusal düşünce gücü (“fikriyat”) ile karşı koyamıyordu. Sermayenin gücü büyürken Fransa’da önce PCF, sonra da Sosyalist Parti artık eriyordu. Kendi özünden başka “bir şey” olan Thatcher’laşmaya öykünme başlamıştı. Zaten Blum’dan da De Gaulle’den de iyice uzaklaşmıştı. Artık donanımsızdı.

 

Charles de Gaulle’den kalkıp Macron’a iniş-3

Bilsay KURUÇ

Cumhuriyet Gazetesi, 26 Kasım 2022 Pazartesi

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/bilsay-kuruc/charles-de-gaulleden-kalkip-macrona-inis-3-2015362

 

Bu yolculuğun son yazısı. Başlarken Macron’un sık sık konuştuğunu söylemiştim. Şimdi ona bakalım. Macron’a bakarak kendimiz için de öğreneceğimiz şeyler var. Eğer istersek.

BYE BYE HAPPİNESS

Macron, mayıs ayında ikinci kez seçildi. Ağustosta, ilk kabine toplantısında basına çarpıcı bir açıklama yaptı, “Bolluk çağının sonuna geldik!” dedi. Ne demekti? Güncel gelişmelere göre yorumlama yanlışına düşmezsek hedef kitleyi görürüz. Emekçilere hitap ediyor: “Refah devleti diye bir şey vardı ya, o iyice bitti. Yani, sizler artık emeğin haklarını beklemeyin. Gelir, geçer diye düşünmeyin” diyor. “Bye bye happiness” ezgisi sizleredir. Ve bu defteri kapatıyor. Artık siyaset gündemini “başat” saydığı kalemlerle dolduracaktır. Nedir onlar? Aşağıda, kapalı toplantıda yaptığı konuşmada göreceğiz. Tamamlayıcıdır. Kendimize ait neler düşünmek gerektiğini de berraklaştırabilir.

TELEFERİK

Dünyanın 1945’ten sonraki “ağa”sının koltuğunda iki karpuz taşıdığını yazmıştım (14 Kasım): ekonomi ve jeopolitik. Hızlanan zamanla çok şey değişti. Ama “ağa” karpuzları bırakmak istemiyor. Son kırk yıl bu güçlü inada tanıklığımızla geçti. Karpuz yerine ayak diyelim. Çünkü bunlarla yürüyor. Biri zayıflarsa, ötekinin de zayıflayacağı ve işin kötürümlüğe varacağı endişesindedir. Ekonomi ayağı son 30 yılda dünyayı “dolarlaştırarak” kaslarını güçlü tutuyor. O dünyanın merkezinde Avrupa var. “Finansal küreselleşme” için kurgulanan bir “teleferik” sisteminin merkez istasyonudur. Avrupa Merkez Bankası (ECB) dünya finans sermayesine büyük güvence olarak kuruldu. Fed ve Bank of England hükümetleri için para yaratabilirler. Kamu borcu taşıyabilirler. ECB için bu yasaktır. AB’nin hiçbir hükümeti için para yaratamaz, kamu borcu taşıyamaz. Sadece bankalar (finans sermayesi) için para yaratır. Bu temel güvence para (borç-alacak) dolaştırmak üzere kurulan “teleferik” ağlarının sigortası oldu. 2000’den, “Avro”nun (önce kaydi para olarak) doğuşundan itibaren Avrupa’ya yağmaya başlayan dolar sağanağı Avrupa bankalarının havuzunda beslendikçe büyüdü, büyüdü. Son 20 yılda “ekonomi” denince akla önce “finans” geliyorsa, hikmeti önce buradan kaynaklanıyor. (Avrupa’yı çıkarırsanız, “küresel teleferik” ağı çalışmaz!)

Fransa’yı konuşmuyor muyduk? Dünya finansının kayıt bürosu olan Uluslararası Ödemeler Bankası’nın (BIS) son raporuna göre (2022/2) Fransız yurttaşlarının yurtdışında (cross-border) tuttukları kaynak 2 trilyon doların üzerinde (2.164.259.000) ve bunun dörtte biri Londra’da, 365 milyar doları Almanya’da, 155 milyarı ABD’de görünüyor. Fransa ulusal geliri 3 trilyon dolara yakın olduğuna göre, Fransız rantiyenin son 20 yılın “ikramı” olan finans senaryosuna iyice ısındığı anlaşılabilir. Buna ulusal gelirin yüzde 114’ü mertebesindeki kamu borcunu (o borcun rantiyelerini) ekleyebiliriz. “Konfor” biraz daha artar. (Dikkat: Kamu borcunun mülkiyet dağılımını öğrenebileceğimiz veriler saklanır. Ticari sır sayılır! O rantiyeleri tanıyamayız. Hiç değilse emekçilerin kamu borcu satın almadıklarını biliyoruz! Yetinebiliriz.)

Peki, dört yıl (2008-12) Rothschild’lere çalışmış olan Macron bunları bilmez mi? Fazlasıyla biliyor. Henüz maliye müfettişi iken 2004’ten itibaren, Avrupa bankalarının dolarlı tatlı işlere nasıl iştahla yöneldiklerini, bir yandan doların Atlantik üzerinden gidiş gelişini, bir yandan da Avrupa içi kaynak aktarma yollarının işleyişini yakından gözleyerek tecrübe sahibi olmuştur. Artık Avrupa’nın ve Fransa’nın “teleferik”le şekillenerek kimliğini farklılaştırdığını “piyasa”nın (“serbest”!) içinden bakarak kavrarken kendi siyasal duyargalarını da çalıştırmıştır. Sosyalist Parti’nin sağ kanadından geliyor. 2010’dan sonra, partinin başındaki Hollande’a yakınlaşır. Sonra Hollande’ın cumhurbaşkanlığında genel sekreter yardımcısı ve 2014’te bakan olacaktır. Merdivenleri, Ahmet Haşim’in dediği biçimde ağır ağır çıkmayı biliyor. Son basamakta kendi partisini kuracak: 2016’da, En Marche! “Yürüyelim arkadaşlar!” diye çevirsek olur mu? Sermayeye uygun adımlarla yürüyecektir ve “Ben siyasette tam ortadayım” diyecektir. (“Artık sağ-sol yok” söyleminin Fransızcası!)

EVVELA BURADA, SONRA…

Gelelim jeopolitik ayağa. 1990’ların Avrupa’sındayız. Söz tartışmasız ABD’nindir. “Yeni Avrupa”yı, NATO’ya yeni kanat yaparak düzenleyecektir. NATO ve dolar ABD’nin iki “asli asset”idir. NATO jeopolitikte amiral gemisidir.

ABD 1990’larda Avrupa’nın kapısında oturmuş, Orta ve Doğu Avrupa’dan gelenleri karşılıyor. Sovyet şemsiyesinden geliyorlar. “Uydu”lukta tecrübeliler. NATO’ya da iyi “uydu” olacaklar. (Elbette, tercihinize göre, “Ne münasebet, NATO’da özgür olacaklar!” da diyebilirsiniz.) ABD onlara “Evvela burada, NATO’da üyelik kaydı yaptıracaksınız, sonra AB üyeliği” diyor. Uyumla, önce Polonya, Macaristan, Çekya NATO’ya, sonra 2004’te AB’ye üye olurlar. 2004’te Bulgaristan ile Romanya NATO’ya, 2007’de AB’ye. Ötekiler de aynı sırayla.

Anlamalıyız, jeopolitik ABD’nin önceliğidir ve bu şüphesiz AB’nin Avrupa tasarımlarına baskındır. Zaten o Orta ve Doğu ülkeleri Avrupa’nın arka bahçesi sayılır.

MAKASLAR 

Macron ağustostaki basın açıklamasıyla aynı günlerde Fransa’nın dış temsilcileriyle bir kapalı toplantı yaptı. Vurucu başlıkları, gözlemleri var. Konuştukça, Fransa’nın De Gaulle’den, Blum’dan, hatta Mitterand’dan ve hatta Delors’dan ne kadar uzaklaştığı berraklaşıyor. Kendine yeni bir konum arıyor. Aradıkça bağdaşmazlıklar ortaya çıkıyor. Bağdaşmazlıklar Macron’un kişi olarak niteliksizliğinden değil. Böyle değil. Felsefe doktorası yapmıştır. École Nationale d’Administration’da (ENA) okumuştur. Uzun yıllar piyano çalışmış biridir. Görüşlerinde bir entelektüel çerçeve ve anlamlı içerik arayıp bulma arzusu okunuyor. Ve bu sayede Fransa’yı içine alan, bırakmayan “makaslar”ı teşhis edebiliyoruz.

Büyük makas De Gaulle’ün vaktiyle, henüz “finans sermayesi zamanı”na gelinmemişken işaret ettiği ve lafta bırakmadığı, dışına çıkma hamleleri yaptığı makastır: Soğuk Savaş dünyası zemininde Fransa’yı ve Avrupa’yı dolar ile NATO arasına sıkıştıran kurgu. Şimdi, ABD Soğuk Savaş’ı yeniden sahneye koyarken finans sermayesi ülkelerin siyasal dokularına da yerleşmişken dolar ile NATO arasına sıkışmışlığı Fransa kuvvetle hissediyor. Macron, “ABD müttefikimiz ama bizi rehin almış durumda” diyor!

Büyük makasın içinde Avrupa’nın, dünya sermayesiyle uyumlu kurguladığı, yerleştirdiği kendi makası var. Bu “Emeğin payını büyütecek bir iktisat politikası olamaz” esasına göre imal edilmiştir. 2000’lerin dünyasında çevre ülkeler (ve merkez ülkelerin “emekçiler”i) için ete kemiğe bürünmüştür. Makasın bir bacağında borçlanma zorunluluğu, öteki bacağında da borç ödeyebilmek için gaddarca kemer sıkma zorunluluğu vardır. Yunanistan, İrlanda, İspanya, Portekiz, hatta İtalya bu makasın içindedirler. Çıkamazlar. Zaten büyük makasın da içindedirler. Fransa, Avrupa içinde kendine özgü bir ekonomidir. Çevre değildir. Ama Almanya gibi ekonomi kudretine sahip bir “merkez” de değildir. Çevre ülkelere destek olamaz. Ekonomi boyutunda Avrupa ölçeğinde kurgu kapasitesi yoktur. 2008’den sonra olduğu şekilde, Avrupa çapında kriz vurucu hale gelir, yaygınlaşırsa, Almanya’nın önerdiği katı disipline onunla birlikte “Böyle olmalı” deyip (Merkel-Sarkozy önlemleri: Merkozy) yeni bir sıkı kemeri sahiplenecektir: Bizde “Mali Kural” denilen “Fiscal Compact”. Keyifli 2000’li yılların Hartz operasyonunun, krizli 2010’lu yıllardaki ardılı gibi: Emek dediğin kemerleri sıkmayı bilmeli! Ve Macron’un “Bolluk çağı bitti”si.

Üçüncü, en içteki makas Fransa’nın kendine özgü tablosu. Macron buna “Siyasal tasarım kapasitesi” (“political imagination”) yokluğu dediği açıdan bakıyor. Fransız orta sınıfının “demokrasi ve piyasa sistemi”ne (“kapitalizm” diyemiyor!) artık derin şüphe duyarak baktığını ve ülkedeki önemli ağırlığının kaybolduğunu söylüyor. Bu makasın bacaklarını kesin çizgilerle sergileyemiyor. “Kültür” üzerinde duruyor ama somutluğa varamıyor. (Artık De Gaulle’ün Andre Malraux’su, Mitterand’ın Jack Lang’ı çapında kültür bakanları çıkaramamanın ezikliği de var mı?) Siyasal tasarım kapasitesini hepten kaybedersek her şeyi kaybederiz ile noktalıyor. Fransız sermayesinin doymak bilmeyen iştahla dünya sermayesiyle kan kardeş olduğu bir “yeni zaman”a geldik. Son bir yılda, kayıtlara göre dağıtılan kârlar yüzde 33 arttı. Sermaye müstesna bir bolluk yaşıyor ve bunu sürdürüyor. Ama sermaye sınıfı çizgisindeki Macron bir derin zayıflığa vurgu yapıyor: Siyasal tasarım kapasitesi kayboluyor. Siyasetin enerjisi boşalıyor.

GRİLEŞMEK

2000’ler büyük sermaye trafiğinin yanında Sarkozy’yi ve Hollande’ı getirdi. (Sosyalist Hollande’a medya “normal adam” diyordu. Fransız jargonu ile bu “sıradan” demekti!) Sermayenin şaha kalktığı o yıllar boyunca siyasetin kendine özgü renkleri soluklaşıp kaybolmaya başladı. Fransız Komünist Partisi (PCF) zaten yalnızlaşıp küçülmüştü. Sosyalist Parti’nin ise tanımlayabilmesi gitgide zorlaşan “Avrupalılık” tasarımı siyasette yankı bulmuyordu. Şöyle olmuş görünüyor: Solun kendine özgü renkleri yok oldukça, siyasette parçalanma, küçük parçalara bölünme yaygınlaşıyor.

Her renk var gibi. Ama o kadar küçük parçalar halinde ki aralarında fark yokmuş gibi görünüyor. Uzaktan bakarsak, siyasetin tüm renkleri aynı “gri”ye dönüşmüş gibi. Evet, renkler kayboldukça “sağ”dan bir “keskin milliyetçi”, koyu renk çıkıyor. Ama tepki olduğu için tepki sınırlarında kalıyor. Bir de tüm renklerin toplum gözünde çekiciliği kalmamış tek renge, “gri”ye dönüşmesi ile kendi koordinatlarını “orta” olarak takdim eden, referans noktalarından yoksun “bir şey” doğuyor. “Yürüyelim arkadaşlar!” diyor. Nereye doğru? Kapalı toplantıda bir entelektüel olarak konuştuğu zaman yön gösteremiyor. Eskiye dönüş olanaksızdır. Yön gösteren son parti (Sosyalist) Fransız siyasetinde “sol”un elinde tuttuğu “altın hisse”yi Avrupa’ya bağışladıktan sonra eridi. Avrupa’da artık 1980 öncesinin “güler yüzlü kapitalizmi”nin yeri kalmamış, her yere “sırıtan kapitalizm” yerleşmiştir. Sermayenin “grileşen siyaset”ten hiçbir yakınması yoktur. Artık “sağ-sol yok”tan daha güzel ne olabilir? Peki, Fransa’da dağılan parçaları toplayıp bütünlemeye çalışan “Mélenchon Abi” bir ufuk açabilecek mi? Her zaman, her yerde en az bir çözüm noktası olmalı.

2022’yi kapatıyoruz. Okurlardan birkaç hafta izin istiyorum. Cumhuriyetin değerini, gelecek kuşaklarla “medeniyet ufkunda bir yıldız gibi parlaması”nın ne demek olduğunu bilenlerin 100. yılı kutlamak haklarıdır. Bu hakkın gereğini yapmak için birlik olarak çalışalım…

 

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir