Günümüz yoksulluğu üstüne notlar: Yoksullara bakış ve devrimci seçenek_ Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN_ BirGün Gazetesi, 13 Ocak 2021

Günümüz yoksulluğu üstüne notlar: Yoksullara bakış ve devrimci seçenek
Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN
BirGün Gazetesi, 13 Ocak 2021
Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN
Yakın dönemin her biri birbirinden ağır ve birbirini besleyen gelişmeleri, yani faşizm, pandemi, ekonomik kriz alt ve orta sınıfların gündelik hayatına nicedir hâkim olan statükoyu, ritmi ve dili toptan çökertmiş durumda. Bu genelleşmiş kriz ve çöküş hali içinde, yoksul emekçiler (hem kentsel hem kırsal) “mutlak yoksulluk” konumuna sürüklenirken, orta sınıflar da tarihlerinde hiç olmadığı kadar ciddi bir “aşağı düşme,” proleterleşme ve hatta proleter bile olamama tehlikesiyle karşı karşıya geliyor. Ezilenler için gündelik hayatın türlü biçimlerde yaşanan bir olağanüstü hâl rejimi olması zaten bir kural. Küçük burjuvazi de sahip olduğu konfor, tüketim alışkanlıkları, kodlar ve ritüelleri (AVM tavaf etmeden “brunch”lara ve oradan kendi adacığında kendine bir dünya kurmaya kadar) sürdüremeyecek, iktisaden ve siyaseten “artık eskisi gibi yapamayacak” olmanın dehşetini yaşıyor. Bu notlarda, günümüz yoksulluğunun sınıfsal-kültürel ve siyasal yönleriyle ilgili bazı tartışma noktalarına işaret edeceğim. Ama ondan da önce, yoksulluğa bakışları kurcalayacağım.
Yoksullar, her şeyden önce sömürünün nesnesidir elbette. Ama aynı zamanda temsilin de nesnesidirler; konuşturulmaya değmez “lüzumsuz varlıklar” olarak görüldüklerinde de, vekilleri gibi davranıldığında da, konuşturulur gibi yaparken susturulduklarında da. İlkinin yakın dönemde kamuya mal olmuş şahikalarından biri “Fakirler ölsün!” konulu yat videosu ise, bir diğeri yere düşen madenciye indirilen tekme fotoğrafıdır. İkincisi (muktedir) siyasetçinin onlar hakkında konuşurken onlar adına konuşuyor gibi yapmasında kendini gösterir (ki “tüyü bitmemiş yetim hakkından” dem vurmayı bile bırakmış olması ayrıca kayda değerdir). Üçüncüsü ile de medyatik ve sosyal medyatik ortamlarda onlara “ayna tutuyor” gibi yapılırken kendilerinden beklenen dille konuş-turul-malarında karşılaşırız. Yani kapitalist modernlikte yoksulluğu üreten maddi üretim ilişkileri (mutlak yoksulluk durumunda sömürü zincirinden dahi dışlanma) ile temsil ve bakış ilişkileri iç içedir. Zaten sömürüden kurtulmak ile temsilin (ve tabii siyasetin) bizzat öznesi olmak (“sözün, yetkinin, kararın halkta olması”) da birbirinden ayrılamaz.
YOKSULLAR HAYALET GİBİDİR
Yoksulluk görünmez olmak, görülmek istenmemek, görünmez kılınmaktır. Ama aynı zamanda yoksul haliyle küçük düşürülmemek için görülmeyi istemediği halde seyir ve merak nesnesi olmaktan kurtulamamak, görülüp görülmeyeceğini belirleyememektir. Dışarıdan ve yukarıdan bakan gözler için yoksullar hayalet gibidirler: Saydamdırlar, içleri dışları görünür, ışığı geçirirler, karanlıkta kalan şeyleri yoktur. Sahip oldukları şeyler zaten biliniyordur; her anlamda çıplaktırlar, cismani varlıkları yok gibidir.
Ancak içeriden bakan göz için de hayalet olabilirler: Manifesto’da sözü edilen anlamda hayalet. Şimdilik siyaseten sarsmıyor görünebilirler. Yine de en azından hırsız korkusunda, ter kokusu tiksintisinde, emekçinin kirli elleriyle tuttuğu bardağı görünce derhal devreye giren hijyen takıntısında, trafik ışığında arabaya yaklaşan dilencinin tedirgin ediciliğinde ve dahi hizmetçi-gündelikçi kadın fantezilerinde geri dönerler. Ama siyaseten sarsmaları da zorunlu bir olasılıktır: Yalnızca Müslüm Gürses şarkısında olduğu gibi “Yakarsa dünyayı garipler yakar” anlamında değil, “Kurarsa bir başka dünyayı garipler kurar” anlamında da.
Sanki kır yoksulluğu tümden tarihe karışmış gibi “köy edebiyatını” çoktan unutmuş olan Türkiye toplumu, az sayıdaki edebi ve görsel ürün haricinde “yoksulluk edebiyatından” da yoksun hale gelmiştir. (Sahiden, kır yoksulluğunun edebi anlatısı ile Osman Şahin’den sonra karşılaştık mı?) Günümüzde yoksulluk temsilinin iki hâkim “göstereni” medyatik ve akademik söylemlerde başvurulan sayılar-istatistikler ve imajlar-röportajlardır. Elbette ki yoksulluğun ekonomisinin veya daha iyisi ekonomi politiğinin sayılarla veya istatistiki hesaplarla uğraşması gerekir. Ancak böyle bir yoksulluk “bilgisi” onun hakikatinin hakkını tümüyle veremez. Çaresizliklerin, fark yaralarının, çocukları karşısında kolu kanadı kırık kalmanın, başkalarının acıyan bakışlarına maruz kalmanın, başkalarının kendisini muhatap olarak bile almamasının ve dahi bunların türlü türlü özgül ve somut tecrübesinin tablosu veya grafiği çıkarılabilir mi? Ezilenlerin her çığlığı hem tekil ve hem de evrensel bir çığlığın yankılanması ise, sayıların veya eğrilerin soğuk dili onları da soğurup yutmaz mı? Ya peki yoksulluk üstüne çalışan -Althusser’in deyişiyle- “bilim adamlarının kendiliğinden ideolojisi” yoksulluğu, akademik kariyer basamaklarında hızla ilerlerken (bkz. aşağıdaki kronotop bahsi) şöyle bir uğranılan bir durağa veya konferans turizminin malzemesine indirgiyorsa? (Bu soru okumakta olduğunuz metnin yazarının kendisi için de sorulabilir tabii.) Kısacası, bu temsiller yoksulları konuştururken susturuyor olabileceği gibi, dönüp kendine bakmayan ve her türden temsil ilişkisini değiştirmeye yönelmeyen temsiller oldukları sürece, yoksulluğu üreten kapitalist toplumsal ilişkilere sessizce onay veriyor da olabilir.
GÖRMEK DEĞİL GÖRÜŞMEK
Yoksullara bakılır veya bakılmaz. Bakmak bakan göz ile bakılan şey arasında bir özne-nesne ilişkisi kurar. Yoksul olmak, başka şeylerin yanı sıra, bakışın nesnesi olmak da demektir. Dolayısıyla yoksulların “görülmesinin” de yoksulluğu üreten toplumsal ilişkileri yeniden üretmesi pekâlâ mümkündür. Yani görmezden gelmenin ve şefkat, hayırseverlik veya sosyal politika konusu olarak görmenin her ikisi de özne-nesne ilişkisini esasen değiştirmez. “Görüş alanımıza” girmeleri, girenlerin gündelik hayatı için ne kadar kritik ve vazgeçilmez “yardımlar” da sağlasak, kendi başına ilişkiyi bozmaz. Tek sahici seçenek devrimci seçenektir: Dönüp kendine de bakarak, onlarla “gör-üş-mek” ki onlar bakışın -ve haliyle siyasetin- özneleri haline gelsinler. Yoksulları görmek değil, yoksullarla gör-üş-mek. Öznenin tek yanlı bir algısı olarak görmek yerine, ortak-kolektif bir eylem, öznenin nesneleştiği, nesnenin özneleştiği bir karşılıklı ilişki olarak görüşmek. (Kıvılcımlı, Türkçedeki “ş kapısına” dikkat çekmiş ve bir tek kök eylemin sonuna eklenen “ş” harfi ile başka dillerde söz kalabalığı isteyen karşılıklı etkinin, hem dıştan içe hem içten dışa eylemin anlatılabildiğini vurgulamıştı.) Zaten demokrasi de görülmeyenlerin veya bakılanların bizzat görmeleri rejimi olabilir ancak.
Yoksulluk Halleri’nde, yoksulluğun pornografisi üstüne bir not düşmüştüm. Bu pornografik temsilin o zamanki örneklerinden biri İslamcı kanallarda yayımlanan yardım programlarıydı.
Aradan geçen yirmi yılda devleti -başka şeylerin yanı sıra- “sadaka aygıtına” da çeviren İslamcılığın kamerasının “yokluğun yuva kurduğu kentin yoksulluk çıkmazı sokaklarında yola düşmek” [1] gibi bir derdi kalmamıştır elbette. Zaten “Eyüp peygamber gibi sabırla sınanmış, imtihan edilmiş, hayatını isyansız bir tahammül ve tevekkülle doldurmuş”[2] yoksulları ağır çekim gözyaşları ile resmetmesi nicedir muktedir olarak onun için mümkün de değildir artık.
Çocuklarının bakmadığı yaşlı ve yoksul bir insanın, çocuğunu tedavi ettiremeyen bir babanın veya beş parasız olan bir üniversite öğrencisinin imdadına ak sakallı dedeleri yetiştirerek ve kötülere kabir azabı çektirerek kapitalizmin yarattığı sancıları ve çelişkileri ahlakileştiren, maneviyat sorununa indirgeyen ve mistik bir hayali çözüme kavuşturan televizüel hikayelere de artık ihtiyaç yoktur. İslamcılığın kapitalizmle mutlu evliliği ve “tehlikelere” karşı kendinden emin hissetmesi, Hızır kılığına bürünme ihtiyacını bile çoktan unutturmuş ve onun yerini ekonomik kriz karşısında halka “tabağı küçültmeyi” veya “soğan ekmek yemeyi” vazeden pervasız bir arsızlık almıştır. Zaman ipek başörtülü kadınların altın varaklı taht taklitleri ile dolu evlerindeki kuş sütü eksik sofraları görücüye çıkardıkları veya “iman sahiplerinin” “Geçinemiyoruz!” diyen insanlarla alay ettikleri videolar çekme zamanıdır! Dolayısıyla, onun dilindeki yoksulluk acıklı veya gözü yaşlı biçimiyle pornografik olmaktan bile çıkmıştır.
DEVRİMCİLERE İHTİYAÇ VAR
Devrimci dildekini bir tarafa koyarsak, günümüz yoksulluğu asli olarak politik pornografinin nesnesidir: Siyasal duyguları kışkırtan, yalnızca bakan öznenin siyasal arzusuna karşılık geldiği ölçüde anlamlı olan, olanca çıplaklığı ile ve her daim kendini sunmaya hazır bir (vurguyla, tek bir) beden – ister yandaş şirketlere ihale edilmiş gıda kolilerinin ve kömür torbalarının dağıtılması veya çay paketlerinin fırlatılması görüntüleri olarak olsun, isterse de iktidarın müstehcen yüzünü göstermenin aracından ibaret olduğunda olsun. Halk Ekmek kuyruklarına “mizansen” diyen muktedir ile “kuyruk var” diyen meslekten siyasetçi bu dışsallıkta buluşur. İlkinin arsızlığı ve sinizmi ile ikincisinin araçsalcılığı arasındaki mesafe çok da uzun değildir: İkincisi bu sözü söylerken kendisini ileride bekleyen ikbalin hayalini kurduğu, sözünü ettiği manzara birazdan oturacağı sofrada kursağından lokmanın zor geçmesine neden olmayacağı ve dahası bir sonraki sahnede o çıplak bedenlerin kanını emen sermayedarlarla veya işverenlerle tatlı bir sohbete girişebileceği için. Tam da bu yüzden, yoksulluğu yüreğinde hisseden devrimcilere ihtiyaç vardır; yani, Marx’ın deyişiyle, “bu kadar çok sesli türküde eksik olan yüreğin sesini” dillendirenlere.[3]
Benjamin Berlin’deki çocukluğunu anlatırken, yoksulların yalnızca dilenciler olarak var olduklarını düşündüğünü, sefalet ücretiyle çalışma rezilliğindeki yoksulluğu ilk defa fark etmenin bilgisinde büyük bir ilerleme olduğunu söylemişti.[4] Türkiye toplumunun “duyarlı” orta sınıf mensuplarının halinin de onun çocukluğundan pek farklı olmadığını söyleyebiliriz: Yoksulların çöpte atık karıştıran veya trafik ışıklarında arabaya yanaşan insanlar oldukları imajı.
Sınıf karşılaşmalarının meslekten siyasetçinin pratiğindeki baş kronotopları[5] mekânda harekete indirgenmiş bir zamanda “şöyle bir uğranılan” dükkân önü, yoksul evine kurulmuş yer sofrası veya kahvehanedir. Orta sınıfların gündelik hayat pratiğinde yoksullarla karşılaşmalarının günümüzdeki baş kronotopları ise gündelikçi kadının zile bastığı kapı önü, trafik ışıkları ve çöplüklerdir. Her durumda, mekânda hızla akarken, yani geçip giderken bir an için yoksulları gören ve görmeyen (arabada başını çeviren, acıma duygusuyla fotoğraf çeken) ve her iki durumda da az sonra o “imajı” geride bırakacak olan gözler vardır.
Yani Yoksulluk Halleri’nde tartıştığım, orta ve üst sınıfların yoksullar ve genel olarak alt sınıflarla kurdukları ilişkinin gözmerkezli ve “duymadan bakmaya” dayalı karakteri haliyle devam ediyor. Ancak yeni biçimler de kazanıyor. Tam da bu açıdan sözünü ettiğimiz kronotoplara sosyal-medyatik kronotopu da eklemek gerek. Zira yoksullara bakan gözün yeni baş ortamı sosyal medyadır. “Halk diyarına yapılan yolculukların” buralarda kendini gösteren yeni biçimleri de gösteriselleşmeye dayanıyor. Yoksulluk gösterisi, Debord’un kavramıyla “gösteri toplumunun” bir parçasıdır. Gösteri de “sermayenin imaja dönüşecek ölçüde birikmiş hali” olduğuna göre, sermayenin hükmünün maddi olarak yoksullaştırdığı insanlar, bir de onun imaj olarak hükmünü yaşıyorlar demektir.
***
[1] Deniz Feneri, Kanal 7, 16 Kasım 2003.
[2] Kimse Yok mu, Samanyolu TV, 11 Şubat 2004.
[3] Fransa’da Sınıf Savaşımları: 1848-1850, Sol Yayınları (Ankara, 1988), s. 103-4.
[4] Selected Writings, Volume 3: 1935-1938, The Belknap Press of Harvard University Press
(Cambridge, 2002), s. 404.
[5] Bakhtin’in edebi anlatılardaki zaman-mekân bağına ve birliğine işaret eden kavramı.
Günümüz yoksulluğu üstüne notlar-2: Bana bakma, bana gel
Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN
BirGün Gazetesi, 14 Ocak 2021
https://www.birgun.net/haber/gunumuz-yoksullugu-ustune-notlar-2-bana-bakma-bana-gel-373128
Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN
Yoksul ve genel olarak alt sınıf dünyaları Youtuber için de, onun takipçisi için de “temaşa sanatına” konu olabiliyor. Sanayideki veya kenar mahallelerdeki ucuz tostçunun tost yapması ve onun tostunu yiyen çıraklar seyirlik olduğu gibi, Diyarbakır sokaklarında çalışırken paylaşımcılıkları ve yardımseverlikleri “sosyal deneye” tabi tutulan Kürt çocuklar da seyirliktir. Anlatının vurgusu onların beslenmelerinin niteliğine veya insanlıklarına değil, beslenme hallerini veya insanlıklarını göstermeyedir. İnsanlık seyri de nihayetinde bir seyirdir ve insanı düpedüz şeyleştirdiği ölçüde hiç de insani değildir!
“Girilmez denen yere girdim” diyerek Çinçin’de (Ankara) veya Hürriyet Mahallesi’nde (Adana) dolaşan Youtuber’ları düşünelim. Fay Kirby, Halkevleri’nin 1930’larda düzenlediği köy gezilerine katılan bürokratları “Afrika’nın karanlık köşelerini keşfe çıkan yabancı turistler”e benzetmişti. “En tehlikeli mahalleleri” ziyaret eden ve hatta buralardaki “kekoları” oyuna getirerek kendilerine saldırmaya kışkırtan Youtuber’lar için de aynı benzetmeyi kullanmak mümkün. Ancak arada ciddi bir fark var: “Kemalist seçkinlerin” kendilerine yükledikleri “toplumsal sorunu” çözme (uygarlaştırma ve kalkındırma) misyonunun yerini burada “takipçi çekme” (şöhret ve para kazanma) kaygısı almıştır. Yılmaz Güney’in 1970’lerde yazdığı değme sosyoloğa taş çıkartan Çinçin anlatısı ve lümpen proletarya ile devrimci hareket arasındaki temas-temassızlıklar derdi sahipsiz kalmıştır elbette.[1] (İnterneti olmayan Çinçinliler’in izleyemediği Yolunda A.Ş. dizisi için de Çinçin, yakın dönemin sığ komedi modası kapsamında “farklı” bir eğlence malzemesinden ibarettir. Çinçin’in kentsel dönüşüme tabi tutulmasının sonuçları ve Çinçinliler’in kaybolup giden dayanışma ve yardımlaşma ilişkilerinin ardından nostaljik ağıtlar yakmalarının sesini de, Özgür E. Arık’ın arabayla dolaşırken rastlanan insan imajlarına kısa kısa dokunan belgeselini[2] saymazsak, ne kadar gösteri mantığına yaslansa da, yine kimi Youtuber videolarında bulabiliyoruz ancak.) Bu bahis ise bizi “Kayıp Halk” yazısındaki tartışmaya götürüyor.[3]
DÜNYANIN LÜZUMSUZLARI
Eleştirel-devrimci bir perspektifle üretilen imajları ve anlatıları hariç tutarsak, çöplüğü karıştıran veya pazarda atık meyve sebze toplayan insan fotoğrafları veya yoksullarla yapılan röportajlar da dışsal ve yukarıdan bir gözü ve kendine seyirlik bir nesne arayan bakışı veri alıyor. (Agnes Varda’nın unutulmaz olan “Atıkçılar ve Ben” belgesellerinin atıkçılara dair nasıl başka -ve kendine de dönen!- bir görsel üretimin mümkün olduğunu, Dardenne Kardeşler’in de “dünyanın lüzumsuzlarının” yanı başında veya hemen omzunda duran bir gözle nasıl farklı bir sinema dili geliştirilebileceğini gösterdiklerini vurgulayalım.) Vaktiyle “Apaçiler” bağlamında kısaca tartıştığım alt sınıf insan imajlarının horlama için kullanılmasını geçelim, fotoğrafta veya sokak röportajlarında karşılaştığı yoksul imajlarını ister onların rejime verdikleri desteği “görmek” için olsun, isterse de rejimin onları mahkûm ettiği sefil hayatın acıklılığını “görmek” için olsun, her halükârda kendi söyleminin malzemesine indirgeyen bir göz söz konusudur. Bu sosyal medyatik kronotopta da mekânda hızlıca hareket ederken bakan gözler vardır. Bu açıdan, üreticisi ile tüketicisi aynı perspektifi paylaşmaya meyleder. Yoksul, bakan öznenin günlük imaj tüketiminin nesnelerinden biridir sadece. Az sonra heyecanlı bir Netflix dizisi seyretmeye oturacak veya yağmurda çamurda zaman kaybetmemek için hayatını tehlikeye atarak motosiklet süren kuryelere yemek siparişi verecek bir öznedir bu. Kuşkusuz “sosyal adalet” fikrine sahiptir ve fakat onun için fikirler yalnızca söylenmek için vardır. Hem zaten “popülizm yapmanın” alemi de yoktur!
TEPEDEN BAKANLAR
(Ona göre neyin alemi olduğu ise muammadır. Bu bakışın sahibi kendini alt sınıflardan ayrı tutan ve fakat aslında kendisi de “eğitimli” ve “maaşlı kitlelere” dahil olan bir öznedir çoğu zaman. Tam da bu noktada, Siegfried Kracauer’in Weimar Almanya’sında “maaşlı kitlelerin” proletaryadan farklı olarak “ruhen evsiz” olduklarını, “doktrinleri olmadan yaşadıklarını,” “dünyaya ilişkin daha yüksek bir anlamın yokluğunun metafizik acısını çektiklerini” ve kültür endüstrisinin onlara sağladığı “sığınağa” kendilerini attıklarını söylemesi akla geliyor. Sahiden de yakın dönemde özellikle beyaz yakalıları saran -dijital platformlarda dizi seyretme merakında olduğu gibi- “imajların büyüsünün” gerisinde, Kracauer’in dediği gibi, “büyük kentlerde günlerini yalnız geçirmenin” yanı sıra ve ötesinde “ölümden ve devrimden kaçış” gibi bir yan da yok mu?[4])
Tam da bu noktada, yaşanan krizin bu özneyi yoksullara başka bir gözle bakmaya zorladığını da vurgulamak gerek. Nitekim 2009 krizinden sonra yaşanan beyaz yakalı işsizliğini inceleyen Boşuna mı Okuduk? için yaptığımız görüşmelerden birinde, işinden atılan bir banka çalışanı olan Zeynep, daha önce sokakta karşılaştığı yoksullara “kendi suçları” gözüyle bakarken, işinden atılacağını anladığı günlerde trafik ışıklarında mendil satan bir kadını görünce birden ağlamaya başladığını anlatmıştı: “Yaşam uçurumunun tezatı, mendil satmayacak olsam bile beni o mendil satan kadın ile özdeşleştirmişti.”[5] Şimdiki krizin yarattığı ve öncekinden katbekat daha ciddi olan “uçurumdan aşağı düşme” tehlikesi, beyaz yakalıları yoksullarda kendi olası geleceklerini görmeye itecek görünüyor. Bu bakışın dehşet duygusuna mı, ortaklık duygusuna mı bağlanacağı ise toplumsal-siyasal mücadelelerin seyrine bağlı.
HAKİKİ BAKMAK
Yukarıda sözünü ettiğimiz dışsal bakış, baktığı gözlerden karşılık beklemez, karşılık bulmak gibi bir dert de taşımaz. Ne var ki hakiki bakış ancak bak-ış-ma olabilir; aynı zamanda geri, kendine de dönen bir bakış. Yani yoksullara bakan veya yoksulları seyreden sosyal-medyatik bakışın kendisi yoksul bir bakıştır çünkü bu bakma eylemi onun bağlanabileceği dokunma, karşılıklı konuşma, alışverişe girme gibi diğer insani-toplumsal eylemlerden yoksundur. (“Dokunmadan bakmanın burjuva toplumsallaşmasının temeli olduğunu” Walter Benjamin söylememiş miydi?) Dahası kendine dönmeyen bir bakış olduğu ölçüde imkânlarını kullanmaktan da yoksundur. Yoksullara bakışın nasıl geri dönebildiğinin güzel bir anlatısı Rosellini’nin Europa 51’inde bulunabilir: Burjuva bir kadın olan İrene, çocuğunun ölümünün travmasını atlatmasına yardım etmesi için komünist kuzeni tarafından Roma’nın yoksul mahallelerine götürülür. Orada karşılaştığı dünyalara “bakma” ve “hayır hasenat” ile sınırlı kalmayıp, bakışı kendi dünyasına doğru tersine çevirdiği veya geri döndürdüğü zaman artık eskisi gibi yaşayamaz. Yakınları aklını kaybettiğini düşünerek onu tımarhaneye kapatırken yardım ettiği yoksullar için azize haline gelmiştir.
Sözünü ettiğimiz bakıştaki dışsallık, burada konumuz olmayan dinamiklerin ürünü olarak, solun alt sınıflarla ilişkisine de sirayet etmiştir ne yazık ki. Yoksul mahallelerini, maden şirketinin göçüğe gömdüğü madenci ailelerini veya fabrika önünde eylem yapan işçileri kısa bir süreliğine ziyaret etmek, bu ziyareti fotoğraflayıp sosyal medyada paylaşmayı ihmal etmemek ve ardından da bir daha oraya dönmeden geçip gitmek tipik bir durum değil midir? (Meslekten siyasetçi sosyal demokrat tokalaşmalarını ve bunların fotoğraflanmasını hesaba bile katmıyorum. Mihail Bakhtin’in kapı önü ve eşik kronotopu dediği edebi kronotopun “bize özgü” siyasal bir karşılığıdır bu.) Bu “temas” yukarıda sözünü ettiğimiz kronotoplarla aynı kodları sergilemez mi? Anlık, mekânda hareket ederken “eğleşilen” karşılaşmalar. Biliyoruz ki, bunu yapmayan ve gerçekten orada kalan, gerçekten oraya tekrar tekrar dönen, bu temasın muhataplarıyla hemhal ve hemdert olan devrimciler de vardır. Ki onların yaptıkları başkalarına “çılgınlık” gibi görünür; tam da İrene’in ailesine çıldırmış gibi görünmesi gibi. Çünkü “normal insan,” görse de nihayetinde kendi hayatının statükosuna geri dönen insandır. Yani aynı zamanda başkalarına çılgınlık gibi görünmeyen devrimcilik yoktur.
YOKSULLARIN GÖZLERİ
Yoksulların da gözleri vardır. Bazen açlıktan gözbebekleri büyür, yorgundur, yaşlıdır veya öne eğiktir ama bazen da delicidir ve bakanı ürpertebilir. Benjamin “Sanat bize nesnelerin içine bakmayı öğretir. Halk sanatı ve kiç ise nesnelerin içinden dışarıya doğru bakmamızı sağlar” demişti.[6] (Alt sınıfların tarihsel ikonu olan -ve benim de bir vakitler hakkında üç beş kelam ettiğim[7]– “Ağlayan Çocuk” resminin büyüsü de burada saklıydı bana göre.) Yoksul bakışının deliciliği belki de bundan, yani karşısındaki resmi seyreden insanın değil de, resimdeki insan olup kendisini seyredene bakan insanın bakışı olmasındandır. Öyleyse diyebiliriz ki, yoksul bakışı dışarıdan içeri değil, içerden dışarı bakan bir bakıştır. Onun da bir kronotopu vardır: Değişmesi veya üzerinde hareket edilmesi hiçbir şeyi değiştirmeyen, yani “ha orası, ha burası” olan mekânda yaşanan bir deja vu, “o zaman da böyle, bu zaman da böyle” olan bir olağanüstü hâl.
Dahası bu gözler, dışarıdan bakanın hep görmek istediği gibi yalnızca ağlak ve kederli de değildir. Gülen, sıcaklığıyla sarabilen, dokunabilen gözlerdir de. Karşısındaki gözleri kolladıkları, onlarda açık aradıkları, onlara hınçlandıkları da olur. Yani yoksullar neşeleriyle, şakalarıyla, aşklarıyla, özlemleriyle, kurnazlıklarıyla, öfkeleriyle de vardırlar. Erişebilen yoksulların sosyal medyası olan Tiktok videoları bunu göstermiyor mu? Yukarıda sözünü ettiğimiz gösteriselliği paylaşsa ve egemenlerin gırtlağıyla konuşmaya meyletse de, o videolarda ezilenlerin kendilerine -geleneğin dilinden farklı bir- dil bulma ve dolayısıyla da özneleşme arayışlarının sancıları da gömülü değil mi?
Yoksulların gözleri Jacques Ranciere’in bize öğrettiği gibi, “düşünenler” ve “yapanlar” ayrımını geçersiz kılan düşünceli gözlerdir de. Onların gözlerinden etrafa, “felsefenin folkloru olarak ortak duyu” veya “sokaktaki felsefenin” -dağınık, karmakarışık, çelişkili ve tutarsız da olsa- ışıkları saçılır. Nitekim okuduğunuz bu geveze metnin meramını, hayatının epeyce bir kısmını sokakta yaşayarak geçiren 65 yaşındaki Alaattin Arslan dört sözcükle anlatabilmiştir: “Bana bakma, bana gel.”[8]
[1] Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, Güney Film (İstanbul, 1977).
[2] X, 2008, https://vimeo.com/203338916.
[3] Birgün, 29.09.2020, https://www.birgun.net/haber/kayip-halk-317297.
[4] The Salaried Masses: Duty and Distraction in Weimar Germany, Verso (Londra, 1998), s. 94. Ayrıca bkz. The Mass Ornament: Weimar Essays, Harvard University Press (Cambridge Mass., 1995), s. 129.
[5] Bkz. A. Bora, “‘Çalışmakla Var Olacağım Gibi’,” T. Bora vd., “Boşuna mı Okuduk?” Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İletişim Yayınları (İstanbul, 2011), s. 132.
[6] “Some Remarks on Folk Art,” Selected Writings, Volume 2, 1927–1934, The Belknap Press of Harvard University Press (Cambridge, 1999) içinde, s. 278-80.
[7] “Ağlayan Çocuk… Gerçekleşmeyen Hayallerimizin Sembolü,” Birikim, No. 124, 1999, s. 39-41.
[8] “Burada tartıştıklarımdan farklı temsillerin de mümkün olduğunu gösteren ve başlığı kendisinden aldığım şu belgeselde:, “Evsiz olmak: Sokakta yaşamak | ‘Bana bakma, bana gel’”